XVI. yüzyılda da Osmanlı Türkiyesinin Batıdaki bilimsel gelişmelerden asla haberi olmadığını belirten Adıvar “Anatomi hep İbn-i Sina”nın ve nihayet İbn-i Nefis”in anatomi ve fizyoloji, tıp, ufak tefek gözlemlerin eklenmesiyle Galonos ve İbn- Sina'nın tıbbıdır
Kopernik'in bütün bir sistemi yıkan keşfinden Osmanlı Türkiyesi haberli olmak şöyle dursun, Takiyeddin rasathanesi, “rasad-i cedid” diye Ptolemaios astronomisi üzerinde çalışıyordu. Kısacası Türkiye, bu devirde müspet ilimler noktasından dışarıya karşı kuvvetli bir setle kapanmış ve adeta batıyla hiçbir teması olmamaış gibidir.” (Adıvar; 1980, 137). XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda yavaş yavaş geç ve uzaktan da olsa bu ilişkinin başladığı görülür. XVII. yüzyılın ilk yarısında bu ilişkiler Katip Çelebi ve Hacı Kalfa adıyla anılan Mustafa Bin Abdullah'ın kişiliğinde somutlaşır. XVIII. Yüzyılda İstanbul'da matbaanın kurulmasıyla durumda değişiklikler devam eder.
Fakat din adamları yeniliğe karşı tepki göstermektedir, Gilles Veinstein, Baron de Busbecq'den yaptığı alıntıya dayanarak şöyle demektedir. (Veinstein; 2002). “Devletin ve toplumun içerisindeki kendi durumlarının savunucu Müslüman inancı bekçileri olan din adamları, batı taklitçiliğine bile sınırlamalar koymaktadır. İslam'ın kafir üzerindeki üstünlüğüne yardım edeceği şeyleri kabul ediyorlar. Gargantua'nın kutsal esin diye nitelendirdiği XV. Yüzyılın şu en büyük buluşu olan matbaa için aynı şey olmamaktadır. Busbecq'in belirttiği gibi; “Türkler matbaa ile basılan yazının kendi kutsal kitaplarında olan yazıyla artık aynı yazı olmayacağını düşünmektedirler.”
“Ayrıca genel saatler de müezzin muvakkit ve kayyumların önemini azaltacağından kabul edilmemektedir.” (Adıvar; 1980, 72). Adıvar “Avrupa ile sıkı ilişkilerimizin olduğu bu devirde şu iki yararlı icadın Türkiye'ye girmemesi, o devirde ilmin pratik alandaki eserlerine bile rağbet edilmediğini gösterir” demektedir.
Avram Galanti'nin “İstanbul'da Türkler, Yahudiler” isimli kitabına dayanarak Adıvar, Türkiye'de ilk matbaanın 1492'de İspanya'dan göç eden Yahudiler tarafından onun icadından 53 yıl sonra, fakat Türk matbaasının kuruluşundan 233 yıl önce, İstanbul'da sonra da Selanik'de açıldığını belirtir. (Adıvar; 1980,167). Sivaslı Apkar adında bir Ermeni, Venedik'te basımcılık sanatını öğrendikten sonra İstanbul'da bir matbaa kurar.Bilindiği gibi ülkeye matbaa tam olarak 1726 yılında, icadından tam 286 yıl sonra gelebildi. Macaristan'ın Kolojivar Kasabasında doğan Calvanist mezhebinden bir fakir ailenin çocuğu olan, sonradan 18 yaşında köle olarak İstanbul'a gelen ve din değiştiren İbrahim Mütefferika tarafından İstanbul'da kurulan matbaaya, Fransa'dan yeni dönmüş olan Fransa büyük elçisi 28 Mehmet Çelebinin oğlu Sait Efendi de ortak oldu. Matbaanın ilk masrafları Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından karşılandı (Kutay; 1998, 227). Ülkede, sayısı yüzbini aştığı iddia edilen ve başta Kuran- Kerim olmak üzere din kitaplarının çoğaltılmasıyla geçinenler harekete geçtiler ve padişahdan bu girişimin önlenmesini istediler. Böylece başlayan Patrona Halil ayaklanması kanlı bir şekilde Lale Devri'nin bitimiyle sonuçlandı. Bu olup bitenler, Kutay'ın dediği gibi, yeniyi ve çağı temsil edenlerin iktidara gelmesi korkusuydu. Mehmet Efendi'nin Sefaretnamesi dahil on yedi eser basıldıktan sonra 1742 de kapatılan matbaa ancak tekrar 1784 de açılabilmiştir.
Lord Montague'nun eşi LAdy Worthley Türkiye mektuplarında “İsyanın öldürülen Sadrazamın rehberliğiyle başlatılmış hayatı geriye çevirmek ve Avrupa'nın her şehrinde yaygınlaşmış matbaayı kaldırmak için yapıldığını öğrenince hayrette kalmamak mümkün değildi. Boğaziçi tahrip edilmiş, Lale bahçeleri yok olmuş, matbaa kapatılmıştı. İsyanın başında yeniçeriler ve hocalar vardı.” (Kutay; 1998, 228) diye yazıyor.