Batıda Reform hareketi ruhban sınıfının içinden ve üniversiteden kaynaklanırken Osmanlı İmparatorluğunda ne din adamaları ne de medreseler böyle bir atılım yapabilmiştir. Osmanlı bilginleri din bilginleri dışında dünya ile bir ilişki kurmamış, pozitif bilimler dünyasına adım atmamıştır. (Sayar; 2001, 26) . Sayar buna bir örnek olarak I. Ahmet'in (1589-1617) Şeyhülislam Mehmed b. Sadeddin'e devlet ve millete arz olan bozukluğun nedenini sorduğunda aldığı yanıtı gösterir. Şeyhülislam'ın yanıtı “bana ne bundan”dır. (M. 2. Kevseri'yi zikreden H. Atay, “Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi) (İstanbul3 1983, shf. 148)
Tanzimata hatta Cumhuriyete kadar devlet yönetimine egemen olan felsefe inançtı. Akılcılık değildi. İyi ya da kötü olup bitenler Allah istediği için öyle gerçekleşiyordu. Allah'ın büyük (Külli) iradesini küçük (cüz-i) irade ile değiştirmek mümkün değildi. Olan şey, Tanrı öyle istediği için olduğundan bunun bir hikmeti vardı. İlahi takdir değiştirilemezdi. Ancak korunmak için Allah'a dua edilirdi. İşte bu Ortaçağ skolastik görüşü, Osmanlı devletinin yaşadığı sürecde değişmedi, fakat Osmanlı Devletinin kaderini belirledi. “Osmanlı aydını da umudunu kesmedi ama “Allah'ın, İslam devleti ile Müslümanları neden yalnız ya da güçsüz bıraktığını bir türlü anlayamamış; anlamaya başlayanları, anladıklarını söyleyenleri hoş görüyle karşılayamamış; karşı düşüncede olanları (kesinlikle bağışlamamış, Mithat Paşa gibi bir şeyler yapmaya çabalayanları da (şiddetle, idam ederek) cezalandırmıştır” (Güvenç; 200, 214)
MÜSLÜMANLIK VE GÜNÜMÜZÜN EKONOMİK SORUNLARI
1839'da Tanzimatla beraber, uygulamasına tepeden inme geçilen serbest piyasa kuralları, ülkeyi batı mallarına açtı. Bu değişiklikten Türkler'den çok Batılıların Osmanlıdaki uzantıları olan azınlık tüccar ve iş adamları yararlandı. Azınlıklara tanınan daha rahat hareket etme olanakları ve vergi ayrıcalıkları onların zaman içinde kapitülasyonlarla başlayan sermaye biriktirimini de hızlandırdı. Asker, bürokrat ve çiftçi olan Türkler ticareti aşağılık bir iş, tüccarı güvenilmez kişi olarak görmeye ve o sınıfa küçümseyerek bakmaya devam ettiler. Bütün uğraşlara karşın Cumhuriyet'e gelindiğinde bile durumda önemli bir değişiklik olmadı. Tanzimatla beraber doğan ikilem değişik zamanlarda alafranga-alaturka, batılı-doğulu, ilerici-gerici, laik-dindar, solcu-sağcı gibi değişik isimler altında günümüze kadar süre geldi.
Ulusal bir girişimci sınıf yaratma gayretleri ise 1913 de İttihat ve Terakki cemiyetinin kesin olarak iktidara gelmesi ile başlamıştır. Savaş yılları boyunca tekeller ve karaborsa gelişmiş, büyük servetlerin oluşması ve Türk burjuvasının doğması bu devrede kendini göstermeye başlamıştır. Hükümet istediği kişilere zorunlu ihtiyaç maddelerinin üretim ve satış tekelini vermis, demir yollarının kontrolü de devletin elinde olduğundan gözde kişilerin servet yaratması daha kolaylaşmıştır. Ticarette karaborsayla şehir halkının sırtından kar sağlama şeklinde ve savaş durumunun olağanüstü koşullarından dolayı bu sermaye birikimi oluşmuştur. (Yavi; 1992, 16-17)
Devlet eliyle sermayedar yaratılması yöntemi Cumhuriyetle daha kontrollü bir şekilde 1950'lere kadar gelmiş, ondan sonra da Demokrat Parti'nin kendi yakınlarına devletin bütün olanaklarını ulufe dağıtırcasına sunmasıyla çığırından çıkmıştır. 1980'lerden sonra ise bu yöntem kayırmacılığın en gelişmiş şekliyle, ülkenin bütün atar damarlarına uzanan bir kanser halinde kendini göstermiş ve ülke ekonomisini bugünkü çıkmazın içine sokmuştur.