Ağlamak, insanın doğuştan getirdiği bir davranış modelidir. Cinsiyet gözetmeksizin yeni doğan her bebek hayata ağlayarak başlarken hayatın akışı içerisinde ağlamak daha çok kadınlara mahsus bir davranış şekli olarak kabul edilir. Bununla birlikte hayatın her döneminde insanların tepkilerini göstermede özel bir yeri olan ağlamanın edebiyatta da yeri vardır.
Bir gün yolunuz Manisa’ya düşerse gözlerinden yaşlar süzülen Niobe’yi görebilirsiniz. Yani Ağlayan Kaya’yı.
Kadın başı şeklindeki bu kayanın, göz çukurunu andıran girintilerinden sızan -daha doğrusu, yakın zamanda kuruduğu için artık sızmayan- su, Niobe'nin gözyaşları olarak yorumlanır. Buraya "Ağlayan Kaya", denir ki; Manisa'nın sarı üzümlerinin ilk olarak Niobe'nin gözyaşlarıyla sulanan bağlarda yetiştiği söylenilir.
Mitolojide şöyle anlatılır: Niobe, Frigya’nın güzeller güzeli kraliçesidir. Yedi kız ve yedi oğlan doğurur. Doğurganlığıyla ve güzelliğiyle övünür. Çocukluk arkadaşı ve Zeus'un eşi Hera'nın ise Apollon ve Artemis adında iki çocuğu vardır. Zamanla Niobe, tanrıça Hera'nın sadece iki çocuğu olduğunu söyleyerek onu küçümser ve halkına kendisine tapmalarını buyurur. Tanrıça Hera, o sırada Menderes Irmağı’nın kıyısında dinlenirken, bir rüzgâr, Niobe'nin bu sözlerini kulağına fısıldar. Hera öfkelenir. Çocuklarından Niobe'yi cezalandırmalarını ister. Apollon ve Artemis de, oklarıyla Niobe'nin bütün çocuklarını öldürür. Niobe, çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar. Sonunda Tanrı Zeus, Niobe'nin haline acır ve ıstırabına son vermek için, onu ağladığı yerde taş haline getirir. Üzüntüsünden taş kesilen Niobe’nin vücudunda tek canlılık belirtisi ağlayan gözleri kalmıştır.
Gözyaşı çaresizliğin bir işareti olarak görülse de aslında vicdanın bir işaretidir. Çünkü vicdanı olmayanlarda gözyaşının damlasına rastlayamazsınız.
Nazım Hikmet der ki:
Nasıl etmeli de ağlayabilmeli
farkına bile varmadan?
Nasıl etmeli de ağlayabilmeli
ayıpsız,
ȃşikare,
yağmur misali?
Neylersin alışkanlık
için kan ağlarken yüzün güler
dikilitaş gibi dinelirsin yine.
Yavrum, erişmek ne müşkülmüş meğer,
anneler gibi ağlamanın yiğitliğine?
Nazım, son dizelerinde ağlamayı bir yiğitlik olarak telakki eder. Bu yiğitlikte analara mahsustur. Çünkü analar içleri kan ağlarken bile bir dikilitaş gibi ayaktadır. Neşat Ertaş “Anam ağlar başucumda oturur” derken annelerin şefkat kucağı olduğuna vurgu yapar. Zaten “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” sözü hatırlanırsa, insanın dara düştüğünde onu hiçbir zaman terk etmeyenin annesi olduğu anlaşılabilir.
Bununla birlikte ağlamak her ne kadar kadınlara mahsus olarak düşünülse de Hz. Yakup’un, oğlu Yusuf’un ayrılığına dayanamayarak kırk yıl ağladığı ve gözlerini kaybettiği rivayetini de hatırlamak gerekir. İzzet Molla; “Maksud kolaylıkla azizim ele girmez / Çeşm etti feda Yusuf’a Yakub-ı muhabbet” der.
Yunus Emre’nin “Taşdun yine deli gönül sular gibi çağlar mısın / Akdun yine kanlu yaşum yollarumı bağlar mısın” dizelerinde gözün çağlayan sular misali coşmasına sebep olan gönüldür. Gönül gamın, kederin konakladığı bir hanedir. Bu hane ateş olup yanarken onu söndürecek olan su gözyaşıdır. Gözyaşı gönlün sırrıdır.
René Descartes, ağlayabilen insanın sevme ve merhamet etme becerisine sahip olduğunu düşünüyordu.
O halde;
Bırakın aksın gözyaşlarımız!...