Sevgili öğrenciler,
Size eğlenceli bir öykü gönderiyorum. Gözlerinizden öperim.
Çetin, pencereden denize baktı. Dalgakıranda balık tutanlar vardı. Oltalar sudan çekildikçe ucunda oynaşan, parlayan istavritleri görüyordu. Arada sırada, alttan kovalayan balığın etkisiyle zıplayan balıkların parıltısı suya düşerken göz alıyordu.
Balık tutanlar, yanlarında getirdikleri kovaları doldurup evlerine gidiyorlardı. Çok uzaklarda, martı sürüleri kayalıklarda güneşleniyorlardı.
Feribot, hızla limana girdi. Sular köpüklendi, dalgalar kıyılara kadar yayıldı. Kocaman bir dalga taşlara çarptı. Su zerreleri her yana saçıldı. Taşların üzerinde oturanlar kaçmaya çalıştılar. Kaçamayan balıkçıların her şeyi ıslandı. Ayakkabı, pantolon, gömlek baştan ayağa sırılsıklam oldular. Saçlarından süzülen tuzlu sular, gözlerine, ağızlarına doldu. Gülüşmeler, çığlıklar, şakalaşmalar birbirine karıştı.
Çetin içini çekti. Babasıyla her zaman balık tutmaya giderlerdi. “İyileşip yeniden balık tutmaya gidebilecek miyim? Yeniden yüzebilecek miyim? Bu tekerlekli sandalyeden kurtulabilecek miyim? O taksi bana çarpmasaydı, okuldan aylarca uzak kalmazdım. Arkadaşlarımı, okulu, oyunlarımızı ne kadar çok özledim!”
Çetin içinden düşündüklerini gerçekleştirmek için annesine seslendi:
“Anne beni ne zaman sokağa çıkaracaksın? Bak, güneş çok güzel. Deniz kıyısında çocuklar cıvıl cıvıl…”
Annesi ellerini havluya silerek salona girdi:
“Benim bu gün çok işim var. Akşam konuklarımız gelecek. Hazırlık yapıyorum. Sen telefon et, Devrim gelsin, seni götürsün!”
Çetin, Devrim'e telefon etti. Canının çok sıkıldığını söyledi. Devrim, annesi ve babasıyla kırlara gidecekmiş,
“Seni de götürelim, uğrar alırız.” dedi.
Kentin dışına çıkınca araba şirin köylerden, meşe koruluklarından, çamlıklardan, göl kıyısından geçerek tepelere doğru yol aldı. Serçeler, kırlangıçlar, keklikler, sığırcıklar, yaban ördekleri göl kıyılarını şakırtıya kesmişti. Bulut halinde kalkan kuşlar, döne döne uzaklara uçuyorlardı. Sonra uzaklardan bir gurup dönüp gölün üzerine geliyor, kıyılara konuyordu. Ağaçlar, çimenler, çalılar kuş sürüleriyle doluydu.
Araba birden fren yaptı. Bembeyaz bir tavşan koşarak karşı tepelere zıpladı. Küçük su birikintisini geçince araba bir daha fren yaptı. Devrim'in babası direksiyonu bırakıp kahkahalarla güldü:
“Sen de geç bakalım! Salına salına nereye gidiyorsun evini sırtına almış hanımefendi kaplumbağa?
Çetin, başını araba camından dışarıya uzattı.
“Hani, ben de göreyim?”
Devrim onu kolundan tuttu.
“Camdan çok sarkma! İşte bu tarafa geliyor.”
Araba yeniden yol almaya başladı. Böğürtlenler, ılgınlar, yaban gülleri, katırtırnakları çiçeklenmişti. Havada mis gibi çiçek, çimen, toprak, çam, meşe kokuları vardı. Sapsarı katırtırnakları “En güzel kokular bende.” der gibi baskın çıkıyordu…
Ilgınlar, tüm dereye yeşil, pembe bir bulut gibi sarılmıştı. Zakkumların koyu pembesine eşlik ediyorlardı. Katırtırnakları da koku yarışa katılmazsa olmazdı!
Devrim'in babası neşeli türküler söylerken:
“Ah, bu böğürtlenler olunca da gelmeli buraya, unutmayalım hanım, toplarız!”
Devrim'in annesi hemen takılmaya başladı:
“Reçel de yaparııız!
Devrim'in babası yine ünlü kahkahalarıyla güldü. Daha neşeli türkülere başladı:
“Dere geliyor dere
Kumunu sere sereee…”
Yolu iki yanında papatyalar, gelincikler açmıştı. Kınalı kayalar, çalılar arasında koyun sürüsü otluyordu. Çoban, sırtını büyük kayaya yaslamış uyuyordu. Arabanın gürültüsünden koyunlar ürktü, kaçıştılar. Çoban korkarak uyandı. Arabayı, kaçan koyunları görünce gülmeye başladı. Sopasını aldı, koyunları toplamaya koyuldu.
Tepelerin arasında, ulu ağaçların örttüğü kırmızı kiremitli küçük kulübe göründü. Defne, çınar, gürgenlerin gölgesinde alabalık havuzları vardı. Geniş bir alanda, ağaçların her yanından coşkun sular akıyordu. Su sesleri, kuş sesleri birbirine karışıyordu.
Alabalık havuzlarına her taraftaki kanallardan bol sular giriyor, havuzun alt ucundan başka bir kanalla küçük çavlanlar oluşturup çıkıyordu.
Havuzlarda boy boy alabalıklar baş döndüren bir devinimle kaynaşıyorlardı. Ağaçların arasından, arkların üzerinden, her yerden çağlayan sular insanın kulağında su seslerinden uzun bir melodi etkisi yapıyordu…
Çınarların, gürgenlerin, defnelerin gerisinde, arkın geldiği yerde, kayaların arasındaki mağaradan coşkun bir su kaynıyordu. Yağmur mevsiminin etkisiyle sular dereyi, arkları da taşırmış, alabalık havuzlarındaki balıkların yarısını seller alıp götürmüştü. Öyle coşkun bir su vardı ki sesi çevreye yayılıyordu.
Devrim'in annesi arabadan sepetleri çıkardı. Masaya örtü serdi. Tabakları, çatalları, yiyecekleri masaya yerleştirdi. Devrim'le babası da Çetin'in tekerlekli sandalyesini indirdiler.
“Oğlum, ayakların iyileşti senin, hep sandalyeye bağlı kalırsan kasların tembelleşir. Şimdi, burada, bize tutun, yürümeye başla. Yavaş yavaş bacakların açılır.”
“Yürüyemem ben! Burada yerler çakıllı, ayağım kayar düşerim.”
Devrim, tekerlekli sandalyeyi havuzların yanına getirdi. Alabalıkların durmayan devinimlerini, kaynaşmalarını gören Çetin canlandı. Sular öyle bol ki bekçi kulübesinin içinden bile geçiyor, küçük dereye karışıyordu. Bekçi, maşingasının üzerinde yemeğini pişirmişti. Köşede uzun bir sedir vardı. Üzerine çarşaf sermiş, çiçekli yastık, yorgan ve battaniyesini koymuştu. Duvarlardaki raflarda bıçak, testere, çakı, çengel, tahtalar, çiviler dizilmişti. Karşı tarafta tepsiler, sahanlar, güveçler, tencereler sıralanmıştı.
Çetin, kaynaşan balıklara dayanamıyordu. Yavaş yavaş sandalyesinden kalktı. Tutuna tutuna havuzun kıyısında ilerledi. Tahta iki basamakla havuzun kenarına çıktı.
Bekçi, kulübesinden çaydanlıkları alıp dışarıdaki maşınganın üzerine koydu. Küçük dalları kırıp kırıp ocağa yerleştirdi. Ateş iyice alevlendi. Çam dalları çıtırdayarak yanıyordu.
“Çay şimdi olur.” dedi.
Daha sonra, bekçi eline uzun kepçelerden birini aldı. Havuzun kenarına gitti. Kepçeyi havuza daldırdı. Kepçede kaynaşan balıkları kovaya boşalttı. Kepçeyi yeniden havuza daldırdı. Kepçe elinden kaydı, gürültüyle suya düştü. Bekçi kahkahalarla gülmeye başladı:
“Ne beceriksiz adamım! Kepçemi suya düşürdüm.”
Bunun şaka olduğunu anlamayan Çetin telaşlandı, dengesini kaybetti, ayağı kaydı, havuza düştü.
Çırpınmaya çalıştı, korkuyla bağırıyordu. Bekçi telaşlandı. Devrim koşarak geldi, arkadaşına kıyıdan alkış tuttu:
“Haydi, Çetin yüzücülerin en büyüğü! Bu, denizlerin, havuzların, okyanusların en büyük yüzücüsü! Yarışlarımız başlamıştır. Anne, baba koşun, yetişin! Çetin nasıl hızlı yüzüyooor!”
Hepsi havuzun kenarına dizilip alkış tuttular. Çetin suda taklalar atıyor, dibe dalıyor, balıkların arasında balık oluyordu. Suya düştüğü andaki şaşkınlığı geçmişti. Devrimin babası yerinde duramıyor, gülerek Çetin'i yüreklendiriyordu:
“Haydi oğlum, Alabalıklara bir ders veeer!”
Bekçi durur mu? O da suya atladı. Suda bir iki takla attı, kepçesini buldu, çıkardı. Devrim'in babası gülerek bekçiye takıldı:
“Sen, bizi aç bırakacaksın, alabalıkları fırına daha koymadın mı? Çay hazır mı? Bizim yüzücü üşümüştür. Sıcak çay yetiştiiir.”
Çetin, suda taklalar atarken bekçi telaşla koştu, çayı demledi. Alabalıkları çakıl taşların üzerinde temizledi. Billur sularda yıkadı. Toprak tepsilere dizdi. Üzerine has tereyağı gezdirdi, kaşar peyniri dilimledi. Köşedeki fırını çam dalları, kütükleriyle doldurmuş çoktan yakmıştı. Korların üzerine tepsileri sıraladı.
Devrim'in annesi nar gibi közlerin önüne patlıcan, biber yerleştirdi. Hepsi hararetli ateşte çarçabuk közlendiler. Patlıcanların kabuklarını soydu, domatesli, sarımsaklı, zeytinyağlı, maydanozlu güzel bir salata yaptı.
Çetin serin sulardan çıktı. Devrim'in babası Çetin'i kucakladı, arabaya götürdü. Havlularla kuruladılar, üzerinden çıkan ıslakları dallara serdiler. Yedek giysileri olmayan Çetin havlulara sarılarak masaya oturdu. Yüzü hep gülüyordu. Bekçi sıcak çay getirdi. Şakalar, takılmalar, gülüşler arasında alabalıklar, salatalar da yendi. Devrim'in babası takılmalarını sürdürdü:
“Çetin, sen böyle giysisiz bizimle gelemezsin! Bekçiyle kal bu gece! Giyimlerin kurur, biz seni gelir, alırız.”
Devrim'in annesi masayı hemen topladı. Tabakları, çatalları kaldırdı. Kuru yemişleri çıkardı. Çantaların dibinde durmadan bir şeyler arıyor, bulamıyordu. Sağa sola bakındı:
“Hay tanrım, fıstık torbasını nereye koydum? Bulamıyorum, bulamıyoruuum...”
Dallarda sincaplar dolaşıyordu. En ince dallara birkaç saniyede tırmanıyorlardı. Tepelerinde gezinen sincapları sevgiyle gözlerken birden tepelerine fıstık yağmaya başladı. İçlerindeki en iri sincap, fıstık torbasını kaçırmış, yavruları da yere fıstık atıyorlardı. Ağaçlar, küçük sincapların saklambaç oynadığı alana dönmüştü. Bu arada fıstık yağmuru da sürüyordu. Devrim'in babası:
“Biz de onlara fındık atarız.” dedi.
Böylece fındık-fıstık savaşlarını başlatmış oldu. Çocuklar, sincaplara fındık attıkça, sincaplar yukarıdan fıstık atıyorlardı... Kahkahalar, şakalar sürüp gitti. Çetin, çok heyecanlandı, birden ayağa fırladı, sincaplara doğru koşmaya başladı.
“Ben şimdi ağaca çıkar, fıstık torbasını alırıııım…”
Çetin üzerindeki sarılı havluları unutmuştu. Ayağa kalkıp koşunca havlular üzerinden yere düştü. Hepsinin kahkahaları gökyüzüne ulaştı. O kadar çok güldüler ki gözlerinden yaşlar geldi. Çetin çırılçıplak sincaplara koşarken bekçi de arkasından elinde havlularla koşuyordu. Devrim'in babası hem gülüyor, hem takılıyordu:
“Çetin oğlum, biz giderken senin tekerlekli sandalyeni bekçiye bırakırız.”
Devrim'in annesi alkışlıyor, gülüyor, Çetin'in arkasından koşuyordu:
“Çetin oğlum, ayakların sincapların ayakları kadar kuvvetliymiiiş…”