Küçükken doktor olmak isterdim. Doktor olmak, insanlara yardım etmek düşlerimi süslerdi. Lise yıllarımda kararlı adımlarla tıp fakültesine doğru ilerledim. Dünyanın neresinde
olursa olsun insanlara sağlık dağıtacaktım. Çocuklara, gençlere, yaşlılara, hastalara, yaralılara sevgiyle bakacaktım. Yorulmak da neymiş? Hiç insan yorulur mu böyle bir coşkulu sevinçte?
Gazetelerde, televizyonda acılı insanları gördükçe fakülteyi bitireceğim günleri iple çekmeye başladım. İçimdeki doktorluk tutkusu gücümü çoğaltıyor, coşkumu artırıyordu.
Bilgimi derinleştirmek için okuyor, okuyordum. Hastanede uygulama günleri benim için bayram şenliğiydi. Her hastaya yaptığım iğne, taktığım serum, ölçtüğüm tansiyon, sardığım
yara dünyanın en büyük işini yapmışım gibi bana mutluluk veriyordu.
Büyük kentin varoşlarında aşı günleri, araştırma, tarama günleri benim için bilgi edinme hazinelerinin kapılarını açıyordu. Daha çok okuyor, daha çok bilgileniyordum.
İnsanların sağlıksızlığını bilgisizliklerine bağlıyor, onlarla konuşuyor, konuşuyordum.
Birbirimize öyle alıştık ki, yolumu bekler oldular.
“Yüksel Hanım geçen hafta neden gelmedin? Bizim küçük kızın boğazı çok ağrıdı.”
“Sınavlarımız vardı, geçen hafta gelemedik. Ben şimdi çocuğun boğazına bakarım.
Bunun paltosu yok mu? Üstünü ince giydirmişsin. Üşür bu çocuk!”
“Palto mu, doktor hanım? Bunlar kaç tane biliyor musun? Benim beş çocuğum var.
Kocamın kazancı az.”
“Sen de çalış Zehra!”
“Ah nerede, iş bulabilsem de çalışsam! Şu yavrularımın karnına iyi bir şeyler girerdi o
zaman.”
Yardım derneğine koştum hafta sonları. İşe yarayan ne buldumsa varoşlara taşıdım. Dernek çalışanları, bir süre sonra bizimle gelmeye başladılar. Küçük bir sağlık ocağı
açabilmek için tüm güçleriyle uğraştılar. Yardım derneği, bir odası sağlık ocağı, bir odası okuma odası olan küçük binayı kiralayabilmişti, ben Afrika’ya giderken. Varoşlara güneş
girmişti. Buradakiler ısınmış, yüzleri gülmüştü. Sonunda doktor oldum.
Dünya sağlık örgütünün sınavını kazandım. Afrika düşlerimdeki kıtaydı. Uçaktan inince insanın derisini kavuran, bedenin suyunu emen güneşin, hiç de yaşam vermediğini
anladım. Tersine her şeyi tüketen, yaşamı zorlaştıran güneş olmuştu. Yoksulluğun, açlığın, bilgisizliğin zorlu yaşam biçimine dönüştüğünü gördüm. Sanki bu insanlara bizim
yaşamlarımızı anlatsam inanmazlarmış gibi geldi bana.
Kaç nesil susuzluğun, açlığın, yoksulluğun içinde doğuyor, yaşamaya çalışıyor ve ölüyordu. Yaşamın tatlarını bilmeden, neler üretebileceğini anlamadan ve belki de varoluş
nedenini bile kavrayamadan ölüyorlardı.
Günlerce uykusuz, çok az yiyerek uğraşıp didindik. Biz iyileştirdik, onlar yine kirli suyu içtikleri için hastalandı. Biz iyileştirdik, onlar en basit sağlık kurallarını bilmedikleri için
yine hastalandı.
Dev bir çark, hızla yaptıklarımızı tersine çeviriyordu. Umutsuzluk, dünyanın uygar ülkelerinden gelen gencecik doktorların arasında kol gezmeye başladı. Benim içimdeki
umutsuzluk ise ülkemi, insanlarını dayanılmaz bir özleme dönüştürdü. Yurdumdaki varoşlarda yine aynı bilgisizlik, yoksulluk, açlık vardı. Güneş varoşlara yaşam veriyordu. Biz
güneş olmayı biliyorduk… “Biz” diye geçirdim içimden.
“Biz.”
“Biz olmak” özlemiyle İstanbul’a döndüm. Güneşin varoşları ısıtışını görmek için.
Arkadaşlarım Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya araştırma, hastalık tarama, aşılar yapmak için gidiyorlardı. Ben de katıldım ayağımdaki Afrika tozuyla.
Dicle kıyılarındaki İdil’e bir akşamüstü ayak bastık. Gece soğuk iliklerimize işlerken roket atarların gürültüsü duyulmaya başladı. Korkudan pencerenin önüne sandalye, masa,
kırık- dökük ne varsa yerleştirdik. Korumaz ama çaresizlik insana her şey yaptırıyor. Uyumak mümkün değil! Yorgunluk, korkudan üstün gelince sabaha karşı uyuyakalmışız. Çarşıda
dükkânların kepenkleri kapalıydı biz geldiğimizde. Bir kaç gereksinmemizi alabilmek için çarşıda açık dükkân bulamadık. Sağlık ocağı da uzun zamandır kapalıydı.
Arkadaşlarımla kolları sıvadık. Sağlık ocağını temizledik. Getirdiğimiz ilaç, aşı, serum ve diğerlerini yerleştirdik. Akşamüstü kapıları gelenlere açabildik. İçeriye giren kadınlar,
yaşlılar, çocuklar pırıl pırıl camlara, kapılara, duvarlara ellerini sürüyordu.
Çocuklar, mermi sesleriyle uyuyor, mermi sesleriyle uyanıyordu. Gözlerde korku, umutsuzluk, belirsizlik, kuşku, dehşet vardı. Yüzleri solgundu. Umutsuzluktan, hiç
değişmezmiş gibi görünen yaşamlarından yakınıyorlardı. Sessiz bir boyun eğiş içimizi yakıyordu.
Ertesi gün aşı duyurularının yapılmasını kaymakamdan istedik. Kaymakamın gözleri ışıl ışıl parladı. Derdinin, çaresizliğinin buluşunu yakalamış gibi sevindi. Yapmak istediklerini
bize sayıp dökerken yüreği gibi sıcak çaylar içirdi. Bu ilçenin insanlarına umut olmak, hizmet etmek onun ve bizim ortak ülkümüzdü. Bunu anlamak bize ve kaymakama çok iyi geldi.
Yalnız olmadığımızı, birbirimize tekrarlayarak güç tazeledik.
Kadınlar, kucaklarında, karınlarında, eteklerinde çocuklarıyla ayaklarını sürükleyerek kapıdan giriyordu. Konuştukça bize alıştılar. Çağırmadan gelmeye başladılar. İkinci, üçüncü
gelişlerinde komşularını, akrabalarını, tanıdıklarını getiriyorlardı.
Kızıl saçları omuzlarına dökülen, mavi ışıltılı gözlerini yüzüme diken, ortaokullu Selime ellerimin birini bırakıp diğerini öpüyordu:
“Yüksel hanım, ne olur annemin artık bebeği olmasın. Bunu, anneme siz anlatın. Evde çok kardeşim var. Ben hep çocuk bakıyorum. Hâlbuki ben okumak, öğretmen olmak
istiyorum.”
Bu küçük kızın gözlerinde gördüğüm başkaldırı, özlem, sevgi beni geldiğim büyük kente, batıya götürdü birden. Orada okumak bu kadar zor değildi bazıları için. İstediği kadar
çocuğa sahip olmak da çok zor değildi. Oysa burada, bu çocuğun gözlerinde, dağların başındaki karlar gibi soğuk, uzak, elle tutulmaz derin özlemler olmuştu. Ancak düşlenir, dua
edilir, yine düşlenirdi.
İçimde büyük sıkıntılar var. Patlamaya hazır yanardağ içimde kaynıyor. Bu kara gözlerde, bu mavi gözlerde bin bir ışık görmek istiyorum. Sessizce boyun eğişleri yüreğime
dokunuyor. Büyük kentin varoşlarında duyduğum sıkıntıyı yeniden duyuyorum.
Dernek… Evet, dernek geldi aklıma. Yazmalıyım onlara, uzun uzun burada nelere ihtiyaç olduğunu anlatmalıyım. Simsiyah kepenkleri, açılmayan dükkânları, mermi seslerini,
uyuyamayan çocukları, okumak isteyen kızları anlatmalıyım.
Dernek, elindeki tüm imkânlarıyla geldi. Kaymakam, kadınları, erkekleri, gençleri değiştirmek için neler düşlüyorsa dernek yetkililerine de uzun uzun anlattı. Geceler, sağlık
ocağının salonunda sağlıkla ilgili filmlerin gösterilmesiyle geçti. Sonraki günlerde bize sorulan sorular, sorularla sürdü gitti. Hiç konuşmayacakmış gibi bakan yüzlerin dilleri
çözüldü, gökyüzü aydınlandı, güneş ısıtmaya başladı.
Yaşamı değiştirme girişimlerimiz içimizi ısıtıyor. Gençlerden tiyatro, koro, halk oyunları çalışma gurupları oluşturduk. Kısa sürede çocuklarımızın başarılarını gören anneler,babalar, gençlerin büyük kente gitmesine izin verdi. Dernek, liseyi bitirecek gençleri karne aravermesinde büyük kente götürdü. Dershaneye gidebildiler. Çevreyi gezdiler. Üniversitelerigördüler… Okuma isteği içlerinde derin tutkulara dönüşerek İdil’e geri döndüler.
Baharda dağlara yürüyüşler yaptık. Büyük kentte gördüklerini yenilikleri, geniş çevrelerine getirme düşleri kuruyorlardı. Okuyup İdil'e dönmek hepsinin ortak hedefiydi. Okul, hastane, köprü yapmak, çiftlikler kurmak hep dillerindeydi.
Liseli gençlerin oyunundan sonra Zeynep hepsine şunları söyledi:
“Ben annem gibi olmamak için okuyorum. Değişmek, çevremi değiştirmek istiyorum.
Derneğin bize kendimizi ve yaşamı değiştirmek için verdiği desteğe minnet duyuyorum.
Şimdi, kendime güveniyorum. Yaşamı değiştireceğim, kendim için, annem için, herkes için.”
Zeynep’in kara gözlerindeki ışık salondaki tüm kızların gözlerinde parlıyordu.
İçlerinde iki çocuk annesi olan Zeynep’in yaşıtları da vardı. Onlar da Zeynep’i çocukları için örnek alıyordu.
Kızlar, ailelerine karşı çıkıyor, okumak için… Pantolon giymek için… Tiyatroda oynamak için… Dağlara yaptığımız yürüyüşe katılmak için… Üniversiteye gitmek için…
Karanlık bir tarih unutulmadan içime aydınlıklar doldu. Ben buraya aşılar yapmaya mı gelmiştim? İdil’de sağlık taramasına ne zaman başlamıştım? Kaymakamı dinlerken mermi
seslerini duyup irkilmiş miydim? İçimden bir ses, “Ben burada kalırsam, mermi sesleri susar, dükkânlar açılır, bebekler uyuyabilir, yaşam değişir mi,” demişti. İnsanların gülen yüzlerini,
gülen gözlerini ne çok özlemiştim! Şimdi dört kocaman yıl gözlerimin önünden geçiyordu.
Zeynep’in gözleri, Selime’nin gözleri, beni nasıl kamçılamış, nasıl bilemişti…
Karanlığı parçalamak, yırtmak isteğimi her gece roket atarların sesleri arasında derinden duymuştum.