Bir oda dolusu kadın, çocuk, erkek hep bir ağızdan konuşuyordu. Uzun zaman birbirini göremeyenlerin özlemli, coşkulu, sevinçli, telaşlı söyleşmeleriydi bu.
Kadınlar yerdeki basma minderlere oturmuş, sırtlarını kanaviçe işlemeli yastıklara dayamıştı. Gelinler sürekli kahve, çay, su taşıyor, durmadan hizmet ediyordu.
Kayınvalideler torunlarını kucaklarına almış öpüyor, seviyor, sonra torunlarının dişini, saçını, güzelliğini yanındakilere gösteriyordu. Kışa hazırlık, tarhana yapımı, bulgur kaynatma, erişte kesme, salça ve reçellerin nasıl yapıldığı, nasıl korunduğu özenle anlatılıyordu. Askere giden oğul, nişanlanan kız, evlenecek çocuklara hazırlıklar bazen gülerek, bazen gözleri dolarak söyleşiyorlardı. Uzak yakın akrabalar anılıyor, komşular soruluyor, yaşananlar paylaşılıyor, birlikte üzülüp, birlikte seviniliyordu.
Erkekler salonun daha üst köşesinde oturuyordu. Onlar, önce askerliklerini anlattı. Aslında hepsi ezbere biliyordu bu anıları. Anlatıcı, bu kez daha kurguluyor, daha ballandırıyor, tatlı mı tatlı sesine ellerini, kollarını katıyor, ağzına baktırıyordu. Sonra sıra göçmenliğe geldi. Göçmenlikte çekilen çileler anlatıldı. Yeni toprağa alışmak, evlerini, tarlalarını, hayvanlarını, komşularını, akrabalarını bırakıp gelmek çok zor olmuştu. Yeni topraklarda yer/yuva kurmak, insanlarına, iklimine alışmak, iş tutmak için çekilen zorluklar, katlanılan acılar birer birer anlatıldı.
Kendilerine kim yardım etmişse, o adam ya da kadın, göklere çıkarıldı. Dualar edildi ömrü iyi geçsin diye. Tanrıdan rızası dilendi. Kim onlara zorluk çıkarmışsa kötülükle anıldı. Kötü dilekler hep birlikte yinelendi.
Günün değişen olayları, kuraklık, ürünlerin verimi anlatıldı. Gelecek yılların planları, yürekteki özlemler sayıldı döküldü. Askerden dönen oğula şu avluya iki göz ev yapmak gerekir. Gelir gelmez evlenir. Düğüne hazırlık yapmak, parayı hazırlamak babaların en kutsal görevidir. En son bu karar verildi. Yardım edileceği söylendi.
Gelinler salona iki sofra hazırladı. Biri erkekler için, diğeri kadınlarla çocuklar içindi. Nefis mantıların kokusu salona yayıldı. Herkesin ağzının suyu akarken sofrada yerleşmeler hızlandı. Sarmısaklı yoğurt kokusu mantıyı dayanılmaz kılıyordu. İnce doğranmış marul salatalarının üzerinde küp biçiminde domatesler, yeme isteğini körüklüyordu.
Konuşmalar, gülüşmelerle mantılar yenildi. Şimdi sıra ıspanaklı gözlemelerdeydi. Cam bardaklarla vişne şurupları konuklara sunuldu. Porselen tabaklarda baklavalar sofradaki yerini alınca, “Çok yedik, of daha yiyemem.” diyenlerin nazları bitiverdi.
Büyükler ellerini ağızlarını yıkayıp minderlere çekildi. Gençler sofraları, kaşık, çatal ve tabakları topladı. Orta şekerli kahveler geldi. Tatlı söyleşmelerle kahveler içildi. Memleket özlemiyle dağlar, kuşlar, coşkun akan dereler, ormanlar anlatılırken demli çayların kokusu salonu doldurdu. Cam bardaklarda ışıklı çayın görünüşü göz alıcıydı.
Gün yavaş yavaş batmaya hazırlanırken konuklar gitmek için izin istedi. Ev sahipleri, “Daha erken, akşamı da biz de yiyelim, ev geniş, burada yatalım.” derken ayrılık dakikaları gelmişti.
Pembe gömleğinin içinde oldukça gururlu duran Mehmet Çavuş, konuklarını eskisi gibi ağırlamış olmaktan, bol bol memleket özlemi gidermekten çok mutlu görünüyordu.
“Bir gün memlekete gideceğim! Akranlarım ölünce! Komitacılar, beni yaşatmaz! Zor günlerimizi unutmamışlardır. Onları çok uğraştırmıştık biz.”
Yusuf, yol boyu bu son sözleri düşündü. Eski günlere daldı. Hepsi gözlerinin önünden sırayla geçiyordu.
Daha gencecik bir delikanlıyken, Balkanlar'daki karışıklık yüzünden, bir gecede sürülerini de alıp ailecek sınırı aşarak Bulgaristan'a geçivermişlerdi. Dağları aşarken babası danalardan birini kesmişti. Kocaman bir kazanda pişirip günlerce yemişlerdi. Evlerini, bahçelerini, tarlalarını, ambarda ürünlerini öylece bırakmışlardı. Sırtlarında birer çuval, içine ne alırsa onu koyarak yeni yaşama yürümüşlerdi.
Hayvancılık ailenin baş geçim kaynağıydı. Balkan Savaşı bitince sınırı çizenler, köylerini Yunanistan'da, otlaklarını Bulgaristan'da bırakmıştı. Toprağın üzerinde yaşayanlara hiç kimse sormamıştı. Akıllarına bile gelmez ki… Yusuf zeytinleri yeni dikmişti. Dedesiyle babasının bir gece ahlat ağacının altına bir teneke gömdüklerini görmüştü. “Bir gün döneriz.” diyerek ailenin en kıymetli eşyalarını saklamışlardı. “Bir gün döneriz.” diyerek yaşadı dedesi de babası da… Düşledikleri gibi olmadı. Topraklarını özleyerek öldüler.
Yusuf, küçük kız kardeşini günlerce sırtında taşıdığını, ağaçların altında kuşlarla uyuyup, kuşlarla uyandıklarını hüzünle anımsadı. Daha sonra sürülerinin orman kenarındaki otlaklarına yerleştiler. Ağabeyleri de başka sürülere çoban durdular.
Yusuf, kısa sürede çalışkanlığı, tez canlılığı, dürüstlüğü, terbiyesi ile çevrenin güvenini, ilgisini kazandı. Nemide'nin babası deredeki değirmeni işletmesini istedi. Sonra Yusuf'u Nemide ile evlendirdi.
Balkanlar bir türlü durulmuyordu. Çeteler silahlarını kuşanıp dağlara yerleşmişti. Sınırlar çetelerin cirit attığı yerlerdi. Hangi taraf sıkıştırırsa, gece diğer tarafa geçiverirlerdi atlarıyla…
Yusuf'un sınırdaki değirmeni çetelerin uğrak yerine dönmüştü. İşte öyle günlerde tanıdı Mehmet Çavuş'u.
Yusuf düşlerinden sıyrıldı. Otomobil asfaltta durmadan yol alıyordu. Nemide yanında uyukluyordu. Torunlar gelinin dizlerine yaslanmıştı. Masum yavrular çoktan uyumuştu. Yusuf, “Savaşı biz gördük, onlar görmesin.” diye düşündü. Oğlu otomobili ne kadar dikkatli kullanıyordu. Baktığını görünce başını babasına çevirdi.
“Baba dostlardan ayrılmak seni hüzünlendirdi mi? Annem uyuya kalmış, yanındaki yastığı başına yerleştir de boynu ağrımasın.”
Yusuf gülümsedi:
“Mehmet Çavuşu görünce değirmenimizi anarım oğul. Topraklarımızı özledim. Trenle bir kerecik gidebilseydik. Gelinime, sana komşularımı, toprağımızı gösterebilseydim!”
“Ben hepsini hatırlıyorum baba. Sen üzülme. Onlara anlatıyorum. Çok istiyorsan Bulgaristan'a da gideriz.”
Oğlu gülerek yanında oturan eşine baktı. O da çocuklarının terleyen başlarını okşarken,
“Gideriz baba, dedi.”
Yusuf sevindi. “Çocuklar da görmek istiyor,” diye düşündü. Memleketteki komşularına, akrabalarına çocuklarını ve torunlarını göstermek istiyordu.
“Ah, ah be oğlum! Toprak seven adama Tanrı anavatanda bir avuç toprak vermedi. Bugün dostlar nasıl ekip biçtiklerini anlatırken ben hep sustum dinledim.”
Oğlu başını salladı:
“Neden böyle konuşuyorsun baba? Arka bahçeye iki zeytin ağacı dikmedin mi?”
Bu sırada Nemide başını yasladığı yastıktan kaldırdı. Gözlerini açtı. Oğluna, geline, torunlarına sevgiyle baktı, kocasına döndü:
“Neden asmayı unutuyorsun Yusuf? Şimdi gidince bize kehribar üzümler kesersin. Bağımıza gitmiş gibi oluruz. Yedi mahalle bizim asmaya imreniyor!”
Yusuf gururlandı. Her zaman kahvedeki arkadaşları Yusuf'u asmasından ötürü yüceltirlerdi. “Yusuf'un bağı” derlerdi. Yaz gelince altın sarısı üzüm salkımları duvarların üstünden asma çardağından dışarıya sarkıyordu.
“Baba bu defa bize un helvası yapmadın! Mehmet çavuş senin memleketteki un helvalarını yine anlattı. Onlara ne çok yapmışsın!”
Yusuf başını sallarken yine düşlerine daldı:
Mehmet Çavuş'la silahlı adamları bir gece sağanak yağışta değirmene geldiler. Mehmet Çavuş adamlarından üçünü çevreye gözcü yerleştirdi. Atları ahıra bağlayıp yemlediler. Hepsi ocağın çevresine yerleşti. Üstleri, başları sırılsıklam ıslanmıştı.
Yusuf kocaman bir çam kütüğünü ocağa dayadı. Kütük kıpkırmızı alevlerle yanarken çini çaydanlığı korların kenarına çekti, içine bir avuç ıhlamur attı. Demlenmeye bıraktı. Islanan adamlar giysilerini kuruturken sıcak ıhlamurdan cam bardaklara koyup içtiler.
Yağda kavrulan unun kokusu değirmene yayıldı, dere boyu mis kokuyla doldu. Dışarıda yağmur dineceğe hiç benzemiyordu. Yusuf, un helvasına hem pekmez hem şeker koydu. Tencerenin kapağını kapattı, ateşin kenarına çekti. Helva demlenirken sofrayı hazırladı. Küpten kavurma çıkardı. Ocaktaki güveçte kuru fasulye sabahtan pişmiş, sıcak küllerin üzerinde bekliyordu. Biber turşusu çıkardı. Kalaylı bakır tabakları tepsiye dizdi. Tahta kaşıkları getirdi. Çeşmede elini yüzünü yıkayan sofraya oturdu. Hepsi çok yorgundu. Yemeğini bitirenler gidip nöbetteki arkadaşlarının yerini aldı. Yeni gelenler ocağın yakınına oturup giysilerini kuruturken sessizce yemeklerini yedi.
Mehmet Çavuş Yusuf'a sordu:
“Bizden önce Bulgar komitacılar buradan gelip geçti mi değirmenci?”
Yusuf hayır anlamında başını salladı:
“Adım Yusuf beyim! Sizden önce kimse gelmedi.”
Oysa iki gün önce fırtınalı bir gecede on beş silahlı adam atlarını değirmende sulamış, yemlemiş, hızla dağlara doğru at sürmüştü. Yusuf buralarda ağzının sıkı olması gerektiğini biliyordu. Dağlar çetelerin meskeni olmuştu, değirmen de onların durağıydı!
Yemekten sonra Yusuf sofrayı topladı. Yere kilimleri yan yana serdi. Nöbeti biten adamlar sırayla gelip kilimin üzerine uzandı, hemen uyudular. Böyle zamanlarda Yusuf'u uyku tutmazdı. Mehmet Çavuş'la ocağın iki yanına oturup sigaralarını içerken koyulaşan bir söyleşiye başladılar. Saatler ilerledikçe derinleştiler, dertleştiler.
Mehmet Çavuş,
“Bize buralarda ekmek yok gayri Yusuf, dedi. Gitmek gerekir bundan sonra. Biz hükümete başkaldırdık! Öte yanda çeteler bizim peşimizde! İki ateş arasında kaldık.
Yusuf kederle başını salladı:
“Evde de biz bunu konuşuruz Nemide'yle. O, “anavatana gidelim, kurtulalım bu korkulu, baskılı yaşamdan,” der, durur.”
Mehmet Çavuş uyuyan adamlarına bakıp kaygıyla başını salladı:
“Doğru söyler Nemide! Bu adamların da çoluk, çocukları var. Akılları hep evlerinde kalır zavallıların. Böyle kaça saklana ne kadar yaşarız be Yusuf.”
Yusuf merakla sordu:
“Bu silahları nasıl aldınız? Nereden buldunuz? Bunların hepsine bir servet ödemişsiniz bilirim.”
Mehmet Çavuş hep kucağında taşıdığı silahının dipçiğine hafifçe vurdu:
“Önceleri bir Fransız getirirdi. Şimdi, yeni bir İngiliz belirdi. Hayvan sürülerimi sattım silahlar uğruna! Dağlarda yaşamaktan başka seçenek bırakmadılar bize!”
Yusuf kederle söylendi:
“Daha önce biz böyle miydik? Komşularımızla bölündük. Onlar bizimkileri düşman bilir, bizimkiler onları. Toprağımızı ekemez olduk.”
Mehmet Çavuş uyuyan adamlarına baktı. Hepsi silahlarını uykuda bile sağ elleriyle tutuyordu. Kederlendi:
“Silahla kimin yüzü gülmüştür be Yusuf? Bilemedik! Daha iyi olsun diye hükümete baş kaldırdık. Balkanları paylaşmak isteyen sömürgecilerin oyunlarını da çok sonra anladık. Bize niye silah versinler değil mi? Paramızı, huzurumuzu, toprağımızı, geleceğimizi, hepsini aldılar. Bitmez bu savaş Yusuf! Bizden sonra da bitmez!”
Yusuf dizlerini tutarak ayağa kalktı:
“Aman, ne çok yağdı bu mübarek yağmur bu gece. Gök delindi sanki. Gidip nöbettekilere hayvanlara bakayım. Belki erkenden değirmene buğday öğütmeye gelen köylüler olur. Hazırlık yapayım. Mehmet Çavuş, birini uyandır nöbete, sen de başını koy yastığa biraz. Gün ışıdı ışıyacak.”
* * *
Yusuf otomobilin geçtiği pamuk tarlalarına, üzüm bağlarına, ayçiçeği tarlalarına, zeytinliklere imrenerek baktı. Çalışan genç kızlar, kadınlar, erkekler, testiyle su taşıyan çocuklar, ağaçlarda bebek salıncakları, toprağın kokusu Yusuf'un özlediği görüntülerdi. Güneş batmış, tarlaları mavimsi bir buğu kaplamıştı. Ovanın çevresindeki tepeler koyulaşırken hafif bir dağ meltemi ayçiçeği kokularını açık pencereden otomobilin içine doldurdu.
Karpuz, kavun yüklü arabalar, traktörler yolun sağ kenarını doldurmuştu. Sıralar halinde kente doğru akıp gidiyorlardı. Bağların çevresine üzüm küfeleri dizilmişti. Arabalara yüklenen küfelerdeki üzümler kurutulmaya gidiyordu. Gediz ovasının suyu, kumu, güneşi altın renkli çekirdeksiz üzüm yaratıyordu. Başka bir yerde bu tat, bu koku, bu renk olmuyordu. Hele kır bağlarında üzüm kesenler, sabah kahvaltılarını bir dilim ekmekle, bir salkım çekirdeksiz üzümle yaparlardı. Yaz sıcağında bu bağların zor işine sırf bu yüzden koşarlardı. Sabah serinliğinde yaprakların arasındaki kehribar renkli çekirdeksiz üzüm salkımları, çalışmaya gelenlere yaşama sevinci aşılardı.
Bağlarda üzüm kesmek en çok genç kızlarla, delikanlıların hoşuna giderdi. Çok uzaktaki çeşmeden ya da kuyudan testiyle su taşımak, çalışanlara tasla su vermek için delikanlılar yarışırdı. Güzel kızlara yakın olmak, bir kaç cümle konuşabilmek, yüzlerine bakabilmek için gün boyu en uzaktan su taşırlardı… Bağlarda üzüm kesmek bir şenlikti…
Yol kenarında fıstık çamlarının gölgesindeki küçük parkı görünce Yusuf çok heyecanlandı.
“Oğlum, şurada duralım mı biraz? Çeşmeden buz gibi su içeriz. Sarmısaklı yoğurt da susuzluk yaptı.”
Yusuf'un oğlu hemen otomobili yol kenarına çekti. Torunlar da uyanmıştı. Hepsi küçük parkın masalarından birine yerleştiler. Çocuklar çimenlerde yuvarlandı. Yusuf çam havasını içine çekti. Dallarda minik kuşlar akşam alacasında kendilerine yer arıyordu. Kuş cıvıltısı tüm parkı sarmıştı.
“Bilir misin oğlum, bu çamları biz diktik. Karayollarında çalışırken diktiğimiz çamlar yirmi sene de gökyüzünü örtmüş! Benim bu kadarcık toprağım olsaydı!”
Karayollarında çalışırken sert bir şef vardı. Yusuf işçilerin içinde en yaşlısıydı. Acımasız şef, durmadan onur kıran emirler verirdi. Yusuf parası daha az olan okul hademeliğine sırf bu yüzden geçti. Karayollarını bıraktı. Yol boylarına diktikleri çamların, akasyaların nasıl büyüdüğünü göremedi. Ev kirasını çok zor ödediğini söylemişti bir arkadaşına. Hükümetin bahçesindeki bir arzuhalciye gittiler. Yusuf'u dinleyen arzuhalcinin kaleminden kan damlıyordu. Okuyanın gözleri yaşla dolar, merhamete gelir, ev değil konak bile bağışlardı:
“Dokuz çocukla evsiz, barksız sokakta kaldım. Vali Bey, anavatana göçmen geldim. Bayrağımızın altında yaşamak isterim. Bana ve çocuklarıma bir ev vermenizi isterim. Saygılarımla.”
Şimdi bu kadarını anımsayabildiği dilekçe çok uzundu. Yusuf, bu ünlü arzuhalciye içinden gülmüştü. “Dokuz çocuk olur mu? Benim dört çocuğum var. Sokakta değil kiradayız. Hiç büyüklere yalan söylenir mi? Deyince; arzuhalci,
“Bir hafta sonra evin hazır, benim dilekçeme hiçbir memur dayanamaz, bak haberin olsun, dedi.”
Yusuf dilekçesini bin bir kaygıyla ilgili memura ulaştırdı. Dilekçeyi okuyan memur güldü. Yusuf'u bir sandalyeye oturttu.
“Sen köyde kalmamışsın! Kentte oturmak istiyorsun. Kolay olacak senin işin. Şu kâğıtları imzala, adresini yazdır. Haftaya gel, anahtarını al.”
Yusuf şaşırdı. Demek dilekçe bu kadar etkiliydi. Evi teslim ederken “Hani dokuz çocuk” derlerse diye günlerce kaygılandı. Sonunda eve yerleştiler. Yeni toprağa yerleşmek, yeni iklime alışmak, yeni düzen kurmak kolay olmadı. Çevrelerindeki insanlar konuştukları dili bile yadırgıyordu. Buradaki Türkçe onların söyleyişinden farklıydı.
Bulgaristan'da düzen değişince yaşamları çok zorlaşmıştı. “On tavuk var, her gün on yumurta vereceksiniz kooperatife,” dediler. Yusuf'un ters bir gününe rastladı. Tavuk bu, her gün yumurtlar mı? Biz yumurta yemeyecek miyiz, diye düşündü. Tavukları kesti, pişirdi, komşularla, akrabalarla yediler, bitirdiler…
Bir başka gün, “Pamuk tarlasından yirmi kilo pamuk vereceksiniz kooperatife,” dediler. Pamuklar eksik gelince Nemide tüm yastıkların, yatakların pamuklarını boşalttı, isteneni tamamladı. Bir hafta önce eksik pamuklar yüzünden komşuları sürgüne gönderilmişti. Nemide ”Yusuf'u hapse koyarlar” diye çok korkuyordu. Bir daha pamuk da ekmedi. Yusuf'a yalvarmaya başladı:
“Hemen pasaportlarımızı çıkartalım. Buradan gidelim Yusuf! Bak komşularımızın başına gelenlere. Biz vatanımıza gidelim.”
Yusuf hüzünle başını salladı:
“Göçmenliği sen ne bilirsin Nemide! Burada doğdun, burada büyüdün. Hâlâ babanın evindesin. Biz ocakta güveçle yemek bırakıp geceleyin dağlardan, ormanlardan kaçıp geldik. Babamla dedem “toprağımız, evimiz, bir gün döneriz” diye sayıklarken ölüp gitti. Bu çocuklarla zorluk çekeriz. Su ister, ekmek ister bunlar. Gördükleri her şeyi ister çocuklar. Sen dayanabilecek misin?”
Nemide başını sertçe iki yana salladı:
“Çok giden var anavatana. Ovalara yerleşmişler. Tarlalarda çalışıyorlarmış.”
Yusuf derin düşüncelerin arasında başını eğdi:
“Agam, on yıl önce sürüsüyle gitti. Bizi bekledi. Babamla dedem bir türlü gidemedi. Sürüyü bırakarak köpeğini alıp geri döndü. Tarlalarda el işinde çalışmak kolay mı? Bak, burada her şey bizim. Ekeriz, biçeriz.”
Nemide başını sertçe kaldırdı:
“Bundan sonra bizim değil! İstediğimizi ekip biçemeyiz. Kooperatifin dediği olur! Yeni yönetimin dediğini yapmazsan ya sen hapse gideceksin, ya da komşularımız gibi sürgüne gideceğiz!”
Yusuf, Nemide'yi yatıştırmaya çalışsa da işlerin hiç iyi gitmediğini ondan daha iyi biliyordu. Değirmeni uzun zamandır çalıştıramıyordu. Kimse istediğini ekemez olmuştu. Sürgüne gönderilenler çoğaldığı için köyde çok az aile kalmıştı.
Yusuf pasaportları çıkarttı. Tarlaları ekmediler. İnekleri akrabalarına verdi. Yeni yönetim hiçbir şeyi satmalarına izin vermiyordu. Bir kış bekledikten sonra Türkiye'ye gelmelerine izin verilen ilk kafile oldular. Trenle Edirne'ye geldiler. Misafirhanede ilk kahvaltı verilişini hiç unutmadılar. Kocaman alüminyum çaydanlıklarda çay vardı, cam tabaklarda toz şeker. Alüminyum tabaklarda kara zeytinler, arasında sarı limon dilimleri…
Çayı bilmiyorlardı. Yusuf bardaklara koydu. Çayın içine de şeker konulacağını öğretti. Siyah şeylerin zeytin olduğunu anlattı. Yunanistan'daki zeytinlerini anımsadı. Çayı şekerli sevdiler ama zeytini ağzına alan hemen tükürdü. ”Bunlar bizi bu acı şeylerle zehirlemesin,” diye korkanlar oldu.
Trenle günlerce süren yolculuklar, misafirhaneler, merak, korku, kaygı, yeni toprağa gelmenin sevincini gölgeliyordu. Türkiye cumhuriyete yeni geçmiş, Osmanlı'nın ve Kurtuluş Savaşı'nın yıkıntılarını yeni yeni temizliyor, silkiniyor, yaralarını sarıyor, yeni ülküyle kendini buluyordu.
Denizli'ye geldikleri zaman tarlalarda tarım işi bitmişti. Çevrelerindeki yabancılık her gün dayanma güçlerini kırdı. Nemide hastalandı. Kucağındaki küçük bebeğiyle göçmenlik, dayanma gücünü çabuk kırmıştı.
Denizli çarşısında gezerken göçmen olduklarını duyan bir berber, Yusuf ve oğullarına birer lira armağan etmişti. Lokantada yemek de yedirdi. Yusuf yolda oğullarına paranın üstündeki kabartma resmi gösterip:
“Bakın, bu Atatürk, diyordu.”
Üçünün de gözleri dolu doluydu. Aylar sonra ilk kez ellerine para geçmişti. Avuçlarında sımsıkı tuttular. Saatlerce sevdiler, okşadılar. Gurbette gördükleri bu sıcak ilgi yüreklerini ısıtmıştı.
Yusuf ne iş bulduysa çalıştı ama olmuyordu. Nemide'nin başı yastıktan kalkmıyordu. Balıkesir/Kapıdağ'dan akrabaları geldi. Nemide'yi, çocukları alıp götürdüler.
“Yusuf, toprak toprak diyordun, sen kal, toprağını işle. Biz bunları götürüyoruz! Bizim yanımızda bizimle yoksulluğa daha iyi dayanırlar. Neyimiz varsa paylaşırız. Yoksulluğu da! Yalnızlıktan iyidir bizim yanımızda olmanız!”
Yusuf onların arkasından yatak, yorgan, kilim, sepet son kalan eşyaları topladı, Denizlideki berbere veda etti, yollara düştü. Kapıdağı köyleri yoksuldu. Tarım arazisi az olduğu için balıkçılık yapılıyordu. Yusuf'un yaşı kırkı çoktan aştığından romatizmalı bacakları denize çıkmasına uygun değildi. Köylüler Kapıdağı ormanından ağaç kesemedikleri için yakınıyordu. Kapıdağı milli park ilan edilmişti, baltadan ve keçiden korunuyordu.
Yusuf, Yunanistan'a göç eden Rumlar'dan kalan eski bir eve yerleşti. “Bak sen şu işe,” diye düşündü, “Onlar o tarafa, biz bu tarafa. Bizim evlere de birileri yerleşmiştir. Bak, Mehmet Çavuş hâlâ savruluyoruz. Biz göçmenler. Kuşlar gibi. ”
Nemide'yi iyileştirmek için doktor gerekliydi, Yusuf takım elbiselerini sattı. Doktorun verdiği iğneler Nemide'yi iyileştirdi. Tam iyileşmişti ki bebeği öldü. “İlk kayıp,” dedi Yusuf, “ilk mezar bu köyde olacakmış!” Diğer çocuklarını hemen ilkokula yazdırdı. “Belki okurlar kendilerini kurtarırlar. Hâlâ bir karış toprağım yok Tanrım. Ben ailemi nasıl geçindireceğim?”
Yusuf taş ocaklarında çalıştı yaz aylarında. Kış olunca su değirmenini işletti. Ne de olsa eski sanatıydı. Çocuklar hızla büyüdü. Hepsi tarım işçisi oldu. Anneleriyle zeytin toplamaya gidiyorlardı. O da sonbaharda, zeytin zamanı, en fazla iki ay. Senede sadece iki ay, ondan sonra iş de yok para da.
Yusuf'un dağları aşarken sırtında taşıdığı kız kardeşi bir gün kocasıyla çıkıp geldi:
“Manisa'da her gün, herkese göre iş var. Pamuk çapası, pamuk toplamak, üzüm kesmek, ayçiçeği çapası, tütün fabrikası… Daha aklınıza ne gelirse her türlü iş var. Hepiniz gündelik kazanırsınız. Bak abi, çocukların hepsi gündelikçi olur. Her gün evinize kaç para girer, hiç düşündün mü?”
Nemide yine sevinmişti:
“Gidelim Yusuf. Çocuklarımızı düşünelim!”
Manisa'da hiçbir şey kolay olmadı. Her sabah gün doğmadan hepsi işçi taşıyan traktörlerin kasalarına binip tarlalara gitti. Sıcak beyinlerini kavururken topraktan yükselen buğu nefeslerini kesiyordu. Hepsinin aldıklarıyla karınlarını doyurmak mümkün değildi.
Nemide pamuk tarlalarından akşam eve dönerken kurumuş pamuk saplarını, kuru dalları mantosunun eteklerine sarıp eve getirirdi. Akşam yemeği genelde bu dallarla pişirilirdi. Kızlar evin önündeki asmanın altına sofrayı hazırlardı. Gene öyle, bir tabak yoğurt, bir tabak biber kızartması, su bardakları, dilimlenmiş ekmek sofraya dizilmişti. Yusuf'un canı sıkılıyordu.
“Oğlan akşam yemeğine neden gelmiyor, Nemide?”
Nemide çıkacak fırtınayı sezmişti:
“Muhtar çağırmış, kahveye kadar gitti, şimdi gelir. Biz oturalım sofraya.”
Onlar sofraya yerleşirken sokak kapısı açıldı. Büyük oğul düşünceli yüzüyle içeriye girdi.
“Baba, ablalarımla Almanya'ya işçi gitmek için başvurmuştuk. Sıramız gelmiş. Bir iki aya kadar gidermişiz. Muhtar öyle diyor.”
Yusuf'un gözleri çakmak çakmak oldu.
“Ne iş yapacaksınız gurbet ellerde? Daha önce gidenler iş çok ağır diyor oğlum! Dil bilmezsiniz, yol bilmezsiniz.”
“Tütün fabrikalarında işçi oluruz baba! Dil öğreniriz.”
Yusuf hüzünle yavrularına baktı. Nemide'nin gözleri dolu doluydu. Başını önüne eğiyordu. Gözlerinden sel gibi yaşlar dökerek ağlamaya başladı. İkisi de nelerden, kimlerden ayrıldıklarını hatırlayıp derinden ah çekmeye başladılar. Yemekler soğudu. Hiç kimse o akşam bir şey yemedi. Yusuf bağırmaya başladı:
“Yine mi göçmenlik? Ben bunun için mi toprağımı terk ettim? Bunun için mi sürüklendik, savrulduk köyden köye…”
Yusuf, bahçedeki zeytin ağacının altına gitti. Dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini toprakla doldurdu. Başını gökyüzüne kaldırdı.
“Toprak özledim! Toprağımı özledim! İki zeytinle yaşama başlamıştım Selanik'te, ancak iki zeytin ağacı dikebildim bunca yıldaaaa…”