Sevgili öğrenciler,
Size severek okuyacağınız bir öykü koyuyorum. Siz kitap okudukça başarılarınız ve yazma gücünüz artacaktır. Gözlerinizden öperim.
Kuğulu Park, Ankara sıcağında oldukça serindi. Ümit'in teyzesi ona közlenmiş mısır aldı. Ümit mısırı çok seviyordu, hemen yemeye başladı. Annesi, babası, teyzesi havuza yakın bir masaya oturdular. Kuğular, havuzda nazlı nazlı yüzüyor, ağaçlarda onlarca kuş cıvıldaşıyordu. Dedeler, nineler bebek arabalarındaki torunlarını havuzun çevresinde gezdirip serinlemeye çalışıyorlardı. Baloncu, renkli balonlarını dolaştırırken çocukların gözlerine sevgiyle baktı. Ümit hem balon istedi, hem simit. İkisi de alındı. Yiyip bitirdiği mısırın koçanını götürüp çöp kutusuna attı.
“Teyze, bak bu simitçi çocuk bizim okuldan. Ne olur, size de simit alalım. Çayınızla yersiniz.”
“Olur.” dedi teyzesi. Ümit gülerek arkadaşına elini salladı.
Garson çayları getirdi. Annesi, teyzesi, babası çaylarını içip simitlerini yerken Ümit, cebindeki leblebileri kuğulara verdi. Babası hemen fotoğrafını çekti. Büyükler çocuklarının kuğularla fotoğrafını çekmeye uğraşıyorlardı. Çocuk sesleri parkın her yanını doldurmuştu. Ümit salıncakta sırasını bekledi. Kuyrukta beklerken canı sıkıldı. Kaydıraktan kaydı. Kaldıraca bindi. Birdenbire arkadaşını görünce:
“Erhaaan!” diye bağırdı.
Koşarak gitti sınıf arkadaşına sarıldı. Salıncakta sıranın kendilerine gelmesini beklediler. Sonra birbirlerini salladılar. Sallanırken çok eğlendiler. Çok güldüler. Güneş ışıkları, ağaç yapraklarının arasından süzülüp havuzun sularına yansıyordu. Ümit ellerini güneş ışıklarına uzatıp oynamayı her zaman çok severdi. Aynalı kavak yaprakları da esintiye uymuş döne döne dans ediyordu. Yürümeye yeni başlamış bebekler çakıl taşlarının üzerine düşe kalka yürüme denemeleri yapıyorlardı. Yerden her kalkışta avuçları hep çakıl taşı doluydu. Taşları merakla ağızlarına atarlar, anneleri fark edinceye kadar büyüyen gözleriyle, çok önemli bir şey keşfettiklerini sanıp yüzlerini buruştururlardı. Annelerin telaşı, korkusu da görülecek şeydi:
“Çıkar onu ağzından kızım. Ah, o çok kirli. Ellerini de çamur yaptın!”
Bebeğin fotoğrafını çeken babası hemen koşardı:
“Bırak hanım düşsün. Düşerken fotoğrafını çektim. Büyüyünce gösteririz. O zaman kendisine ne çok gülecek, kim bilir?”
Ümit, annesinin, teyzesinin, babasının masadan kalktıklarını gördü.
“Ah, gitme vakti geldi,” diye düşündü.
Kuğulardan, salıncaktan, Erhan'dan ayrılmak çok zordu.
“Anne, baba burada kalalım. Daha akşam olmadı!” Annesi elinden tuttu.
“Daha güzel bir yere gidiyoruz Ümit. Arkadaşınla vedalaş.”
Ümit Erhan'a sarıldı. Elindeki çikolatayı onunla bölüştü. Uzaklaşırken el salladı.
Otobüse bindiler. Otobüs çok kalabalıktı. Ümit annesiyle oturdu. Ayakta duranlar, otobüsün tavanındaki kayışlara tutundular. Ümit, annesinin dizini dürttü:
“Anne bunlar tavandan neyi çekiyorlar?”
“Otobüs hareket edince düşmemek için tutundular, oğlum.”
Kalabalık arttıkça karşı sırada oturanlar görünmez oldu. Ümit telaşa kapıldı:
“Çekilin, teyzemi göremiyorum!” diye bağırdı. Ayaktakiler gülüştüler. Ümit şaşırdı:
“Anne bana neden gülüyorlar?” Diye sordu.
Annesi de gülüyordu. Annesi içinden şöyle düşündü ‘”Çocuk her zaman babasının arabasına biniyor ne bilsin şehir arabalarını. İlk görüşü bu, şaşırmakta haklı…”Karşı koltukta oturan teyzesi, başını ayaktakilerin arasından uzatmış Ümit'e bakıyordu:
“Ümit, buradayım oğlum.”
Zafer Çarşısı'nda önce kitapçıya girdiler. Teyzesi, “Bremen Mızıkacıları” kitabını aldı. Resimli sayfalar çok güzeldi. Ümit hemen bir tabureye oturdu. Kitabın önce resimlerine baktı. Sonra okumaya başladı. Kitapçının hoşuna gitti. Ümit'e ders programı çizelgesi armağan etti.
“Aman ne güzel okuyor bu çocuk! Kitapları çok mu seviyorsun?” dedi.
Ümit başını kaldırdı:
“Kitapları çok seviyorum. Amca senin ne çok kitabın var? Sen neden okumuyorsun?”
Kitapçı kahkahalarla güldü.
Annesi Ümit'in elinden tuttu.
“Ümitciğim, amca kitapları satıp para kazanıyor. Çocuklarına giyecek ve yiyecek alıyor. Vakit buldukça merak ettiklerini okuyordur.”
Dükkândan çıktılar. Ümit yolda annesine şöyle dedi:
“Ben kitapçının oğlu olsaydım. Daha çok kitabım olurdu. Hep okurdum.”
Annesi ve teyzesi bu isteğine güldüler. İkisi birden şöyle dediler:
“Sen kitapları okudukça biz sana yenisini alırız. Senin de çok kitabın olur.”
Resim sergi salonu, çok büyüktü. Suluboya, yağlıboya resimlerle, çocuk afişlerinden oluşan zengin bir sergi vardı. Kırlar, çiçekler, denizler, göller, evler, kuzular, atlar, keçiler… Başka bir duvarda çocukların, çocuk bahçelerini yaptığı sulu boya resimleri vardı. Güneş, tüm sıcaklığını çocuk bahçesine vermiş gibi çiçeklerle dolu bahçede çocuklar, salıncaklara binmişlerdi. Bu renkli tablolar duvarları doldurmuştu. Ümit ilgiyle dolaştı. Bir başka salonda kanser haftası için çocukların yaptığı resimler Ümit'in çok ilgisini çekti. Masadaki broşürlerden aldı. Heceleyerek okumaya başladı:
“Teyze sigara kanser yaparmış, bunu enişteme götüreceğim. Sigara içmesin!”
Eve dönerken yolun kenarındaki ağaçlardan beyaz çiçekler döküldüğünü gören Ümit ellerini çırptı:
“Yaşasın, teyze bu ağaç erik ağacı, çiçekleri beyaz kelebek gibi.”
Teyzesi ile annesi kahkahalarla güldüler. Annesi gülerken oğluna sordu:
“Söyle bakalım, karşıdaki ağacın adı ne? Bilirsen yarın okuldan çıkınca yine Kuğulu parka gideceğiz.”
“Onu da biliyorum. Teyzem hepsini öğretmişti. Çiçekleri pembe olanlar badem ağacı.”
Ümit'in gülüşleri sokağı doldurdu.
“Yaşasııın! Yarın yine Kuğulu Parka gidiyoruz. Anne, okulda Erhan'a söylerim. Onlar da gelsin.”
Ümit bakkal dükkânının önündeki saksıyı annesine gösterdi:
“Anne bak, bu çiçekler de Van Gogh'un süsenleri. Ne güzel mor zambaklar değil mi?”
Annesi kahkaha atarken ablasına baktı:
“Abla, sen mi öğrettin buna, Van Gogh'u ve mor zambaklara süsen demeyi?”
Ümit'in elini sımsıkı yakalayan teyzesi gülümserken başını salladı:
“Benim oğlum, Fransız ressamı bile öğrendi okuma yazmayı öğrenir öğrenmez!”
Teyzesinin kızı Çiğdem ablası, üniversitede dersi bitince onların yanına gelmişti. Hemen annesine takılma fırsatını kaçırmadı:
“Anne, küçükken bana neden çiçekleri öğretmedin, Ümit'e öğrettiğin gibi? Ben şimdi Ümit'i kıskandım?”
Annesi gülümseyerek başını salladı:
“Bizim oturduğumuz kentte baharın geldiği belli mi oluyordu? Her yer apartmandı. Biz gelincik, papatya görmek için, otomobilimizle kaç kilometre yol alır kırlara giderdik, unuttun mu? Ankara'da apartmanların bahçeleri var. Teyzenin oturduğu semtin adı bile Bahçelievler. Bozkırda baharı görmek için gelirim ben her baharda, biliyorsun! Enişten, ‘Biz atamızdan öğrendik ağaç dikmeden duramayız,' demiyor mu her zaman. Atatürk Çiftliği, halkın en sevdiği her pazar güzel vakit geçirdiği yer oldu.”
Ümit'in babası konuşulanlara şöyle katıldı:
“Ankara'da apartmanlar yapılırken önce bahçesi hazırlanır, sonra inşaat başlar. Haklısın abla burada ağaç dikme alışkanlığı var. Atatürk sayesinde bozkır yeşertildi, Gazi Orman Çiftliği de örneğimiz oldu. Halk, Atatürk çiftliğine Gazi çiftliği de der.”
Ümit hemen söze girdi:
“Baba bizi ne zaman çiftliğe götüreceksin? Ben zürafayı özledim.”
“Hava ısınır ısınmaz gideceğiz Ümit. Aklımız hep Gazi Çiftliği'nde.”
Annesi sevinerek ekledi:
“Baharı karşılarız çimenlerin üstüne serilip.”
(Bu öykü otuz sene önce yazılmıştı. Kimler çocuklarımızı “Gazi Orman Çiftliğinden” mahrum etti? Ümit büyüdü baba oldu. Ümit Bey, kızını kendisinin çocukken oynadığı “Atatürk Çiftliğine” şimdi götüremez!)