Bir varmış, bir yokmuş. Yeryüzünde akıllı çocuklar çokmuş. Çocuklar her zoru akılla yenerlermiş. Ormanlardan birinde bir oduncu ailesi yaşıyormuş. Çok zor geçen kışlardan birinde oduncu ve karısı, çocuklarını beslemekte güçlük çekmeye başlamışlar. Geceler boyu üzüntü duyarak tartışıp durmuşlar. Gündüz olunca un çuvallarının dibindeki ekmekliğe bakıp, sürekli erteledikleri zor kararın bir gün gerçekleşeceğini yürekleri burkularak düşünmüşler. Bir gece, karı-koca bütün çocuklarını uyutmuşlar. Ertesi gün erkenden yola çıkıp, barınaklarından çok uzak bir yerde çocuklarını bırakmayı kararlaştırmışlar. Çocuklarının en küçüğü uyumuyormuş. Annesiyle babasının konuşmalarını duymuş. Sabah olunca kardeşlerine anlatmış. Sabahleyin sadece çorbalarını içmişler, ekmeklerini ceplerine koymuşlar. Beyaz çakıl taşları da toplayıp, diğer ceplerine doldurmuşlar. Anneleri, birer birer hepsini öpmüş, uğurlamış. Çaresizlikten arkalarından ağlamış. Çocuklar, babalarıyla yola koyulmuşlar.
Oduncu ve çocukları her zamanki gibi odun toplamaya başlamışlar. Kestikleri kuru odunları arabaya yüklemişler. Hava kararmaya başlarken babaları:
“Siz biraz dinlenin çocuklarım, ben şu ilerdeki odunları da yükleyeyim.” demiş.
Çocuklar beklemeye başlamışlar. Hava iyice soğumuş. Karanlık iyiden iyiye bastırmış. Çocukların karnı acıkmış. Dayanamayıp ceplerindeki ekmekleri yemişler. Birbirlerine sokulup beklemişler. Babaları görünmüyor. Derken tepelerin ardından yusyuvarlak ay çıkmış. Sımsıcak bir dost gibi çevreyi aydınlatmış. Çocuklar, bu durum karşısında, gelirken yola attıkları beyaz çakıl taşlarını takip ederek yolu bulmuşlar. Hiç dinlenmeden, duydukları seslerden korkarak yürümüşler. İyice yoruldukları, artık yürüyemeyiz diye düşünmeye başladıkları anda birden evlerinin ışıklı penceresi görünüvermiş. Evlerine kavuşmanın sevinciyle kapıyı çalmışlar. Anneleri kapıyı korkarak açmış. Yavrularını sevinç, özlem ve üzüntüyle kucaklaşmışlar. Ağlamaktan gözleri şişmiş, karı-koca, bir daha ne olursa olsun, ayrılmamaya, çocuklarını terk etmemeye karar vermişler.
Aradan günler geçmiş, ne kış bitiyor, ne kazanç yetiyormuş. Oduncu ile karısı yine, üzülerek çocuklarını başkalarının bulabileceği bir yere bırakmaya karar vermişler. Bu kez küçük çocuk, erken uyuduğu için anne/babanın verdiği kararı duymamış. Sabah olunca babaları oduna gideceklerini söylemiş. Çorbalarını içip, ekmekleri ceplerine koymuşlar, ormanda acıkınca yeriz diye.
Kurumuş ağaç dalları, çam kozalakları toplamışlar. Hepsini arabaya yükleyince babaları:
“Siz oturun, ben ata su verip geleyim. Sonra eve gideriz,” demiş.
Akşam olmuş, karanlık bastırmış. Babaları gelmemiş. Üşümüşler. Birbirlerine sokulmuşlar. Ekmeklerini de yiyip, bitirmişler. Bu kez ay çıkmamış. Karanlıkta evlerinin yolunu bulamamışlar. Bir o yana, bir bu yana koşarken, yorulmuşlar. Ormanda kaybolduklarını anlamışlar. En büyük kardeşleri demiş ki:
“Derenin sesine doğru gidelim. Dere bizi elbette iyi bir yere götürür.”
Başlamışlar derenin sesine doğru yürümeye. Bir süre sonra dere görünmüş. Dere boyunca yürürken kocaman bir bahçe ve ev çıkmış karşılarına. Bahçe kapısı açıkmış. Önce bahçeye sonra da eve girmişler. İçerde küpler dolusu bulgur, nohut, bal, pekmez varmış. Ocakta korlaşmış bir ateş. Meğer burası devlerin eviymiş. Hemen işe girişmişler. Kardeşlerin her biri ayrı bir iş yapmaya başlamış. Evi süpürmüşler, ocağı canlandırıp daha güçlü yakmışlar, kocaman bir tencereye patates koyup, kaynatmışlar. Bahçedeki kuru yaprakları toplamışlar. Tavuklara su, yem vermişler. Fırın için de çalı çırpı, kozalak toplamışlar.
Ayak sesleri duyunca hemen dolaba saklanmışlar. Önce devin karısı girmiş içeriye. Evini tertemiz, tüm işlerin yapılmış olduğunu görünce çok şaşırmış. Hele ocakta kaynayan mis gibi patatesin kokusu, acıkmış ve yorgun kocasına her şeyi unutturmuş. Meğer devin değirmeninin çarkını döndüren kayış kopmuş. Bir türlü onaramamışlar. Dev ile karısı hem bunu konuşmuşlar hem de yemeklerini yemişler. Derken yorgunluktan uyuyakalmışlar. Dev ile karısı uyuduktan sonra çocuklar, saklandıkları yerden çıkmışlar. Kalan patatesleri yemişler. Ocak başındaki çırayı, çakmak taşını yanlarına alıp, devin değirmenine gitmişler. Hep birlikte kopan kayışı dikip, değirmeni çalıştırmışlar.
Devle karısı, değirmenin sesine uyanmışlar ve hızla değirmene koşmuşlar. Bir de ne görsünler! Beş çocuk değirmenin içinde arılar gibi çalışıyor, buğdayları, mısırları öğütüyor. Hemen çocukları yakalayıp bağlamışlar. En küçük çocuğu fark edememişler. O da çuvalların arkasına saklanmış. Dev ve karısı:
“Bizden habersiz evimize girdiniz, patateslerimizi yediniz. Şimdi sizi değirmenin oluğuna atalım da görün.” demişler. Çocuklar yalvarmışlar:
“Tavuklarınıza baktık, size yemek pişirdik, değirmeninizi de onardık. Ne olur acıyın bize.”
Dev ve karısı:
“Bu kadar çok işi sizin gibi küçük çocuklar yapamaz. Yalan söylüyorsunuz” demişler. Tam bu sırada en küçük kardeş değirmenin damına çıkmış:
“Ağabeylerime bir kötülük yaparsanız, ben de sizi değirmenle beraber yakarım. Bakın, hem çıranız hem çakmak taşınız bende!” demiş.
Devle karısı, çırayı ve çakmak taşını küçük oğlanın elinde görünce zor durumda olduklarını anlamışlar. Bir de kendilerine bunca yararlı iş yapan bu çocuklara kıyamamışlar.
“Hadi sizi bağışladık. Ama bir koşulumuz var: Bugünden sonra bizim işlerimizde çalışacak, değirmenimizi de siz işleteceksiniz” demişler.
Bu akıllı, çalışkan çocuklar, başlamışlar canla başla çalışmaya. Gün boyu bahçeleri çapalamış, ocağa odun taşımış, değirmende buğday, mısır, çavdar öğütmüşler. Çocuklar; öğüttükleri ürünlerin unlarından öyle güzel ekmekler, çörekler yapmışlar ki, ünleri çöreklerinin kokuları gibi çevreye yayılıvermiş. Başlamışlar çöreklerden, kurabiyelerden satmaya...
Devle karısı, bir gün uzakta oturan akrabalarının yanına gitmeye karar vermişler. Bir daha dönmemek üzere yalnız kazandıklarını alıp her şeyi, bütün kurulu düzeni çocuklara bırakmışlar.
Çocuklar, fırını daha da büyütmüşler. Tarlalarda çalışanların ekmeklerini de pişirmeye başlamışlar. Zaman geçtikçe zenginlikleri de artmış.
Bir gün güzel bir at almışlar. Süslü bir de araba. Atı arabaya koşup hepsi binmişler. Tepsilerle armağan börek ve çörekler ellerinde, anne ve babalarını aramaya çıkmışlar. Çocuklar, sora sora uzun bir yolculuğun sonunda anne ve babalarını bulmuşlar. Beş yavrularını da karşılarında gören oduncu ile karısı, bu kez sevinçten ağlayıp sarılmışlar çocuklarına. Artık ikisi de ak saçlı, güçsüzleşmiş yaşlı insanlarmış. Çocuklar, anne ve babalarını da yanlarına alarak hep beraber çalıştırdıkları değirmene dönmüşler. Bir daha hiç ayrılmadan ana-baba, çocuklar çalışarak, coşkulu günler yaşamışlar.
Gökten çörekler, kurabiyeler düşmüş, çalışmayı seven, aklını kullananların başına…