Emin caminin merdivenlerine oturdu. Güvercinlerin yemlenirken devinimlerine baktı. “İnsanlar gibi” diye düşündü. “İnsanlar gibi boğaz
kavgası… Nedir bu tanrım?” Küçük bir oğlan yanına geldi. Elindeki buğday dolu tabağı uzattı.
“Dede, alsana bunu! Kuşlara sen de yem atarsın.”
Emin ak saçlarını alnından kaldırdı. Terlerini sildi. Gözlerini çocuğa çevirdi. Çocuğun sürmeli kara gözleri ışıltılıydı. Üstü başı dökülüyordu.
Ayakkabılarının ucu açılmış, çorapsız parmakları görünüyordu. Elleri kir içindeydi. Yüzü de…
Ceketinin sağ cebinden para çıkardı. Çocuğa uzattı. Çocuğun gözleri kocaman açıldı.
“Dede, üstünü veremem, bozuk yok muydu?”
Emin başını salladı.
“Hepsi senin. Ayakkabı alırsın.”
Çocuk koşarak uzaklaştı. Simit satanların yanına gitti. Onlara bir şeyler söyledi. Merakla Emin’e baktılar. Ellerindeki sopalara dizdikleri simitlerle
koşarak gelip Emin’in yanına oturdular.
“Dede, simit al. Bak, simitlerin hepsi tazedir.”
Emin yüzlerine baktı. Sekiz on yaşlarında ya var ya yok ikisi de.
“Sizin okulunuz yok mu bu saatte?”
Çocukların yüzü soldu. Boyunlarını büktüler.
“Böyle terlikle okula gidilmez ki… Sonra evden para beklerler.”
Emin ikisinin de ayaklarına baktı. Naylon terlikler büyüyen ayaklarına küçük gelmeye başlamıştı bile.
Elini cebine soktu. Çocukların boyunları da cebine doğru uzandı.
Canlandılar, sevindiler.
“Alın,” dedi.
Çocuklar, uzatılan paralara baktı. Paraların üzerindeki sayılar bir tabladan çok simit alırdı. Ellerinde sopaya sırlanmış simitleri uzattılar. Emin ikisinden de birer simit aldı.
“Hadi, dedi. Şimdi gidin!”
Simitleri böldü. Kuşlara attı. Kuşlar yine uçuşarak kondu. Birinin kaptığını öbürü gagasıyla çekip aldı. Arkadan daha güçlü bir gaga uzandı. Bir süre böyle kapıştılar, sonra uçup gittiler.
Emin kalktı. Şadırvana gitti. Elini, ayaklarını yıkadı. Ezan okunuyordu.
Minareye doğru başını kaldırdı. Ulucami bahçesinin Çınarları, dal uçlarından yeni yeşermeye başlamıştı. Bursa çarşısının ortasında, bu taşların beyazlığına,
yeşil dalların ne kadar yakıştığını düşündü. Camiye girmekti niyeti. Eli göğüs cebinin üstüne uzandı. Yüreğinin yarası sızlar gibi tuttu. İstiklâl Madalyası
çalınmıştı. Bunca yıl kalbinin üstünde taşıdığı İstiklâl Madalyası.
Gözleri daldı. Camiye girmeyi unuttu. Ne zaman çocukları ekmek parası peşinde görse böyle olurdu. “Biz, çocuklar okusun diye, düşmanla çarpışmadık mı?”
Cephedeki yüzbaşıyı hatırladı. Hani dev gibi iri yapılı yüzbaşıyı hatırladı.
Hiç üşümeyen, hiç acıkmayan, hiç yorulmayan, hiç uyumayan yiğit, kahraman bir subaydı.
“Evlatlarım, siz yerken ben doyuyorum. Siz uyurken ben kurtuluşu düşünüyorum, içim ısınıyor,” derdi.
Emin o zaman on sekiz yaşının tüm masumiyetiyle bu baba bildiği yüzbaşıya tapar olmuştu. Gözü hep onu arardı. “Bir şey istese de koşsam. Bir şey söylese de dinlesem,” diye.
“Barış, yakın evlatlarım. Avcumuzun içinde, sıkı tutun onu! Bir daha hiç bırakmayın.”
Emin, göğüs cebinin üzerindeki elini iyice sıktı. İstiklâl Madalyası çalınınca sanki barış da kaybolmuştu.
Yüzbaşı sık sık şunları söylerdi talim sırasında:
“Kurtuluştan sonra yani barışı kurunca evlatlarım; çocuklarımız hiç aç kalmasın. Bir ekelim şu kına gibi toprağı, bir ekelim. Çocuklarımızı okutalım.
Kuşlar gibi cıvıltıyla okullara gitsinler. Bir daha bağımsızlığımız yok olmasın.”
Kumların üzerine yazılar yazardı. Askerlerin öğrenmesini isterdi. Asker mektuplarını Emin’e yazdırırdı. Sesi bir güzeldi. Yanık türküler söylerdi.
Zeybekler oynardı askerleriyle.
Konya’da Delibaş ayaklanması duyulunca Yüzbaşı’nın yüzü soldu. Karısı veremden ölünce üç çocuğunu annesinin yanına bırakmıştı, cepheye gelmeden
önce. Her gün karşıki tepelerde saatlerce koştuğunu gördüler. Bir deri bir kemik kaldı dev gibi adam.
Aralarında saf bir Hasan vardı. Yüzbaşı’nın tepelerde koşmasına bakıp şunları söylerdi:
“Adam çok acı çekiyor. Biz cephedeyiz. Bırakıp gidemiyor. Din uğruna ayaklananlar da bizim çoluk çocuğumuzu boğazlıyor. Böyle din mi olur?
‘Öldürmeyeceksin’ demiyor mu kutsal kitaplar! Yüzbaşı koşmuyor arkadaşlar, ağlıyor. Biz görmeyelim diye bizden kaçıyor.”
Konya’dan haber geldi günlerden sonra. Ev sahibi kömürlükte saklamış yüzbaşının annesini, çocuklarını. Ekmeğini paylaşmış, yiyeceğini paylaşmış.
Onları korumuş. Yüzbaşı’nın yüzü güldü. Yanık türküler söyledi. Zeybekler oynadı…
“Barışı kurunca evlatlarım, çocuklarımı İstanbul’a yatılı okula göndereceğim. Ben askerim. Nerede görev yapacağım belli olmaz. Yine
askerlerime öğretirim bildiklerimi. Ağaçlar dikeriz şu koştuğum tepelere.” Hasan tüm saflığıyla haykırdı:
“Gözyaşlarınla suladın zaten şu tepeleri Yüzbaşım!”
Yüzbaşı kocaman gözlerini şimşek gibi gezdirdi hepsinin yüzünde. Sonra utanarak başını eğdi. Demek, gizini sezmekte gecikmemişti Memetcikler.
Emin cepheye nasıl gittiklerini anımsadı:
Üvey ağabeyleri Yemen Cephesi’nden herkesten sonra dönmüştü. Bir süre şehit düştükleri sanılmıştı. Oysa İngiliz’e esir düşmüşlerdi, zorluklardan
kaçıp, kurtulup gelmişlerdi. Kâmil ağabeyi suskundu. Kimseyi anımsamıyordu.
Bir noktaya bakıp kalıyordu. Muzaffer ağabeyi onu idare ediyordu. Onun da elinde her zaman bir ekmek olurdu. Ekmeğe sarılır, koklar, bağrına basardı.
Kurumuş ekmeği günlerce dirsekten kopuk kolunun altında gezdirirdi.
Bir gün, Emin Afyon İstasyonu’nda lokomotif kullanırken Muzaffer Ağabey’i koşup yanına geldi:
“Emin, geliyorlar!”
Emin, bu “geliyorlar” sözünü duymaya alışıktı, gülerek:
“Kim? Kimler geliyor Muzaffer agam? İngilizler mi? Onlar gelemez! Çanakkale’de yedikleri tokadımızı tadını, unutamazlar! Sen kaygılanma, onlar çok uzakta,” dedi.
Muzaffer başını inatla salladı:
“Yunan ordusu geliyor, Emin! İngiliz’in verdiği silahları kuşanmış. ”
Emin’in kaşları çatıldı. Muzaffer’in yüzüne baktı. Değişmişti. Kartal kesilmişti. Kanatlanıp uçacak sandı.
“Sen nereden biliyorsun Muzaffer agam ?”
“Fransız Karakolu’nun, çöplüğe attığı Fransızca gazetelerini her gün gizlice alır, okurum ben. Yunanlılar ilerliyor. Aydın, İzmir kan ağlıyor. Bugün
değilse yarın buradalar.”
Emin sarsıldı. Muzaffer’in Galatasaray Lisesi’nde okurken cepheye gönüllü gittiğini hatırladı. Yaz tatillerinde valizinde Fransızca kitaplarla gelirdi.
Türkçe’ye çevirdiği öyküleri, şiirleri çevresine verirdi. Öğrenciyken kışın İstanbul gazetelerine tercümeler yapıp harçlığını çıkardığını da anlatmıştı.
“Ne yapmak gerekir agam? Böyle durulmaz! Çabuk söyle! Koşup bana geldiğine göre bir bildiğin var senin.”
Muzaffer kartal gibi kollarını iki yana açtı. Şimşek gibi bakışlarını Emin’in yüzüne dikti:
“Ha şöyle. Dört oğlanın en küçüğü sensin. Sıra sana da geldi. Çanakkale kahramanı, ‘Kuvayı Milliye Ankara’ya yanıma gelsin,’ demiş. Durulmaz gayrı!”
“Anamız, kız kardeşimiz ne olacak? Onları nasıl yalnız bırakırız?”
“Onlar kendilerini korur. Eve giderken un götür anamıza. Kız kardeşimizin kocası Mustafa’ya haber sal, o da katılsın bize. Abdurrahman’a
söyle, matbaa makinesini yükleyin arabaya, getirin istasyona. Karanlık basınca, Fransızlar’dan gizlice lokomotife atlar, hepimiz kaçarız Ankara’ya. Kemal Paşa
gazete çıkaracakmış kurtuluş müjdeleri vermek için yazı makinesi, Kemal Paşa’mıza çok gerekliymiş!”
Emin telaşlı sordu:
“Kâmil agamı düşünmedin mi? Yalnız mı bırakacaksın?”
Muzaffer içi rahat güldü:
“O mu? Hazır bile. Görsen, dili çözüldü.”
Emin ilk kez fark etti. Muzaffer göğsüne çift fişeklik kuşanmış, başına kalpak giymişti. Bacaklarında külot pantolon, belde tabanca… Tam Kuvayı
Milliyeci. Kolunun altında ekmek yok! Savaşa hazır kartal gibi kolları inip kalkıyor. Şahlanmış, coşkulanmış, sel olup bendini yıkmaya hazırdı.
Emin, un torbasıyla evine koşarken yolda candan arkadaşı Dimitri’yi gördü. Dimitri okul arkadaşıydı. Gazlıgöl’de yüzmeye giderlerdi her fırsatta.
Birlikte içtikleri geceler sirtaki, zeybek, harmandalı oynarlardı. Emin’in kız kardeşi Havva’nın düğününde, batıda ilerleyen Yunan birliklerinden
korkmadan, en çok yardım eden Dimitri olmuştu. Dimitri hüzünle Emin’e sarıldı.
“Emin, Yunan Ordusu Afyon’a girdi girecek. Yazık oldu, yaşamımızı zehir ettiler. Barış bitti Emin! Size de bize de yazık oldu!”
Emin sırtını sıvazladı Dimitri’nin. Onu ne çok sevdiğini düşündü. Kararlı gözlerle yüzüne baktı, Dimitri’nin korkusuz yüzü kederli görünüyordu:
“Barış yine kurulur Dimitri, kaygılanma. Anam sana emanet. Ona iyi bak.
Kız kardeşimin kayınpederi var, onu kendi kızlarından ayırmaz, korur. Biz Kemal Paşa’ya asker olmaya gideriz!”
Dimitri başını salladı. Sesi zor çıkıyordu.
“Anneni merak etme sen. O, benim de anam. Asıl sen kaygılanma!”
Emin ürperdiğini hissetti. Uykudan uyanır gibi çevresine çocuk gözlerle baktı. Namaz kılanlar camiden çıkıyordu. Usulca güldü. Başını gökyüzüne
kaldırdı. “Barışı düşünürken namazı unuttuk,” dedi. Uzaktaki çocuklara baktı.
Simitleri, buğday tabağını bir kenara bırakmışlardı. Kaldırım taşlarına çizdikleri çizgilerden atlaya zıplaya sek sek oynuyorlardı…
Çocuklara güldü Emin. “Çocuklar,” diye düşündü. “Oyun ne tatlı şeydir çocuklar için. Cephede çocuktuk hepimiz. Dallara salıncak kurardık kimi gün.
Yüzbaşı bakar bakar gülerdi bize.”
“Barışı kurunca evlatlarım, hepinizin düğününü yaparız. Çocuklarınıza salıncak kurup sallarsınız.”
Kolay olmadı yokluklar içinde savaşı kazanmak. Barışı kurmak daha zor oldu. Kolay vazgeçer miydi, yayılmacılar ele geçirdikleri yerlerden! Emin, Afyon
İstasyonu’ndan kaçırdığı lokomotif ile silah taşıdı, asker taşıdı, buğday taşıdı günlerce. Abdurrahman ağabeyine ne zaman uğrasa onu gözleri ışıltıyla
parlarken görürdü. Emin’in kolunun altına bir tomar gazete sıkıştırır:
“Emin, uğradığın her yere bunları da götür, dağıt. Barışı müjdele.
Umudumuzu besle. Mustafa Kemal Paşa yazıyor yazıları. Halkımıza umutlarımızı taşı sen.”
Bazı geceler Abdurrahman Ağabeyi yorgun ellerini dizlerine koyar, yıldızlara bakardı:
“Emin, savaş bitince, yani kurtuluştan sonra, neler yazacağım, neler. En güzel gazeteleri çıkaracağız. Hep barıştan söz edeceğiz. Kardeşlikten,
paylaşmaktan, imece başlatırız. Eker, biçeriz, yollar, köprüler, okullar yaparız.
Çocuklar kuşlarla cıvıldaşıp okullara gitsin. Kalem tutsun elleri, silah tutmasın!”
Emin ceketinin omuzlarından düştüğünü fark etti. Sırtının üşüdüğünü duyumsadı. Yavaş devinimlerle ceketini giydi. Eli göğüs cebinin üstüne gitti.
Madalyasının yeri boştu. Yüreğinin sızladığını hissetti. Onsuz kendini bomboş sanıyordu. Coşkulu günlerinin belgesini, çaldıklarına inanamıyordu. Kimin işine
yarardı Emin’den başka? İstiklâl Madalyası’nın kendisinden başkasına bir şey anlatacağını, değerli olacağını düşünemiyordu.
Akşam serinliğinde caddeleri ağır ağır geçti. Ana caddenin iki yanında ışıltılı dükkânlar; vitrinlerde albenili giysileri, ayakkabıları, elektrikli ev
gereçlerini alabildiğine sergiliyordu. Yiyecek satan dükkânlar tıklım tıklım doluydu. Köprüyü geçti. Derenin kentin ortasında, kendi sesiyle yeşillikler
arasından akıp gidişine gülümseyerek baktı. Sağdaki büyük alışveriş yerinin önünde otomobiller sıralanmıştı. Kaldırımların kenarları da otomobillerle
doluydu. İnsanlar yiyecek dolu torbaları arabalarına yükleyip evlerinin yolunu tutuyordu. “Şimdi, aldıklarını sevinçle sofralarına dizer, çocuklarıyla güzel
saatler geçirirler,” diye düşündü Emin. “İşte barışın güzelliği. Biz bu günleri düşlemiştik Kuvayı Milliye günlerinde.”
Anahtarını aradı ceplerinde, buldu, kapıyı açtı. Gelini gülerek karşıladı:
“Baba nerede kaldın? Akşam ayazı çıktı.”
Emin dalgındı:
“Çocuk nasıl kızım?”
“Hasta. Ateşi arttı. Para yoktu. Doktora yarın götürelim, dedik. Yarın maaş günü.”
Emin ceketinin cebinden para çıkarıp uzattı:
“Hemen götürün kızım!”
Gelin uzatılan paraya baktı. Usulca, “Bu yetmez baba. Gözleri de iyi görmüyor, parayı tanıyamıyor,” diyebildi.
Emin duymadı. Pencere kenarındaki divana uzandı. Gözlerini kapattı.
Gelini üzerine eski battaniyesini örterken, “Hep çocuk gibi, hiç değişmeyecek, bu çileli insan, paranın değerini bile unuttu,” diye düşündü.