Bu dönemde klasik edebiyatta , fikir ufku olan şiir en güzel örneklerini verirken neşir oldukça kısır kalmıştır. (Ülken, 43) ‘'İslam uygarlığında nesrin Yunan ve Roma'da olduğu gibi temelli bir yeri bulunmuyordu. Arap nesri ya kısa seçili cümleler olarak kalmış ya da masal ve hikaye dili olmuştu. Klasik Yunan trajedisi ve komedisi, hicvi ve hatıraları , tarihi ve felsefesinin önemli kısmı İslam dünyasında bilinmiyordu. Oysaki bu çeşitli edebiyat dalları Rönesans'ça Batı memleketlerine geçmiş ve Batı'nın bu günkü edebiyatının zenginliğini ve derinliğini doğurmuştur. Arap dünyasının kendi içine kapalı kalışı, Osmanlı Türk nesrinin bütün edebiyat dallarındaki fakirliğinin başlıca nedeni olmuştur''. Hilmi Ziya Ülken'e göre Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi ve bazı lahiyalar bu dar nesir ortamını bir dereceye kadar kırma gücünü göstermiştir.
Osmanlı devletinde Fatih'e kadar ilim hayatı nispeten canlı idi. Molla Hüsrev , İslam hukukuna ait klasik kitaplar yazmış, İstanbul'da Molla Lütfi , 1495'de hür düşüncesi ile fikir tarihimizde büyük ün bırakmıştı.(Ülken , 44). Zenbilli Ali, hükümdara nasihatleri ve medeni cesaretiyle öne çıkmış, İbn Kemal fıkıh, tarih ve felsefe ile ilgili eserler vermiş, Taşköprülüzade ‘'ilimler sınıflaması''nı – ‘'Mevzu'at el- Ulum -u yazmış, Kınalızade tarih, hukuk, edebiyat ve ahlak konularında eserler vermişti. Kadızade Rumi ve onun öğrencisi Ali Kuşçu'nun torunları olan Kudbiddin Mehmet ve Mirim Çelebi, dedelerinin başlattığı yüksek matematik öğrenim ve yayınını devam ettirmişlerdi. Tıp da Osmanlı medreselerinde ilk yüzyıllarda , önemli bir yere sahiptı. 16. Yüzyıldan sonra hem matematik hem tıp'da durgunluk başladı. III. Murat zamanında 1580'de Takıyüddin'in 1577'de kurduğu büyük rasathanenin yıktırılmasıyla müsbet ilim düşüncesi temelinden sarsıldı. Oysa bu dönemde Batı'da Kopernik, Kepler,Galilee'ler yetişmiş, astronomi , mekanik, optik alanlarda bir çok icadlar olmuş, insanların görüşleri büyük değişikliklere uğramıştı.
Batı'daki bu değişmeler, IV Murat (1611 -1640) döneminde, neredeyse yüz , yüzelli yıl sonra, farkedilemeye başlamıştı. Yirmiye yakın çeviri ve telif eser veren Katip Çelebi (2.1609 -6.10.1657)‘'Cihannüma'' (1648) ve ‘'Mizan – ül Hak'' (1656) ile bunun ilk habercisi olmuştur. IV. Murat ve İbrahim'in (1640- 1648) danışmanı olan , güney Arnavutluk'tan devşirme Koçu Bey reformlar konusundaki layihası ve ondan sonra gelen bir çok ‘' layiha'' ve ‘'siyasetnameler'' siyasal ve ekonomik düzendeki bozuklukların büyüklüğüne işaret ediyordu. Batı'da olup bitenlerin gelişme seyrini , özellikle geçirilmekte olan ekonomik evrimi bilmedikleri ya da anlayamadıkları için, çareyi ya geçmişe dönmede ya da ideal bir toplum yaratmada arıyorlardı. III. Ahmet'ten (1673 – 1736) III. Selim'e (1761 – 1808) kadar geçen dönemde yavaş yavaş bir değişme ihtiyacı ortaya çıkmaya başlamıştı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu'nun hilafete sarılmış feodal yapısı, kendi içine öylesine kapanmıştı ki reform önerileri kötü karşılanıyordu. Patrona Halil'den Kabakçı Mustafa'ya kadar bir çok gerici hareket tek tük ortaya çıkan Türk batılılaşma seslerini de boğuyordu. Bu nedenle de Türk milleti iki yüz yıl batı uygarlığının kenarında kalmıştı. Hatta Anadolu'ya yerleştiğinden beri onunla temas halinde olmasına karşın, ne yapacağı konusunda bir karar verememişti ( Ülken, 45).
Batı Rönesans'tan beri dev adımlarla ilerlemekte idi. Gözlem ve deney ufukları sonsuzca genişlemişti. Biribirinin ardı sıra keşifler ve icadlar oluyor, tabiat insanın kontrolünü giriyordu. Batılılar açık denizlerde büyük kıtalar buldular. Yeni kıtaların toprağını işlediler. Kendi vatanları yaptılar. Osmanlıların en kudretli olduğu Kanuni Sultan Süleyman (1495 -1566) ve III. Murat (1546 -1596) dönemlerinde, Batılılar Amerika , Asya ve Afrika'da edindikleri sömürgelerle onu ekonomik kıskaç altına almaya başlamışlardı. Hint yolunun bulunması , Süveyş kanalının açılması da Osmanlı devletinin ticaretini olumsuz yönde etkilemişti. Batı'yı anlamakta güçlük çekenler Osmanlı vilayeti olan Mısır'ın Batı tekniğiyle geliştirdiği ordusunun imparatorluğun varlığını tehlikeye attığını görünce uyanmaya başladılar.
Osmanlı İmparatorluğu teokratik bir devletti. Batı ise laik idi. Tanzimat'tan önceki eğitim sistemi skolastikdi. Bilim düzeyi çok düşüktü. Ve deneyin ve gözlemin hemen hemen yeri yok gibiydı.Eski otoritenin mutlak hükmü altında eleştiri ve analiz anlayışının gelişmesi olanaksızdı. Oysa uyanan hürriyet fikri ile Batı'da insanın ancak kişi hürriyetine dayanarak sorumluluk ve yükümlülük kurallarına bağlanabileceğine inanılıyordu. Kölelikle ve toplumdaki eşitsizliklerle mücadele edilmesi gerektiği fikirleri yaygınlaşıyordu.