Beni yaşama bağlayan, sevdiklerimin memleket kokulu mektuplarıdır. Bir de burada yavruyken büyüttüğüm Köpeğim Kurtuluş var. O benim can arkadaşım. Kardeşimin, annemin, babamın mektupları aslında beni doğduğum yerlere bağlayanlardır. Kolay mı bu dağlara alışmak, ayrılığa dayanmak?
“Sevgili Ağabeyciğim,
Seni çok özledim. Mektubunu, fotoğraflarını sınıfta herkese gösterdim. Sınırda ağabeyi asker olan yalnız benmişim. Öğretmenimiz, ‘Haydi birer kart gönderelim Özlem’in ağabeyine’ dedi. İşte sana yurdumuzun ormanlarından, çağlayanlarından, deniz kıyılarından, meyve bahçelerinden, çiçekli parklarından otuz iki tane kart. Hepimiz, sana en güzel dileklerimizi yazdığımız kartları gönderiyoruz.
Ağabeyciğim, sen gelince bisiklete biner miyiz? Bizim yokuştan hızla inerken gözlerimi kapatmayacağım, söz veriyorum. Sen yokken alıştım. Bir film gördüm. Adı “Hayat Güzeldir”. Bu filmde anne, baba ve küçük oğulları bisiklete biniyorlar. Öyle çok eğleniyorlar ki! Biz de çok eğlenirdik seninle, bisiklete bindiğimizde. Sonra ağabeyciğim, küçük çocukla ailesi İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi toplama kampına götürülüyorlar. Küçük oğlunu Nazi askerlerinden saklamak, onu besleyebilmek için babası ne özverilere katlanıyor, içimiz acıyarak seyrettik. Filmin sonu çok acı bitiyor. Küçük çocuğun şakacı babasını Nazi askerleri öldürüyor. İnsanlar neden savaşır ağabey? Hiç anlamıyorum! Seni çok özledim.
Sen bana barışın güzelliğini anlatırdın. Lisedeyken çeşitli şairlerimizden barış şiirleri derlemiştin. Senin barış şiirleri dosyanı ben okula götürdüm. Öğretmenim bize dosyadaki şiirlerin hepsini okudu. O da çok güzel okuyor ama ben gözlerimi kapayıp seni düşledim. Askerliğin bitince bizim sınıfa gelip derlediğin barış şiirlerini kendin okur musun? Öğretmenimiz şiirleri çoğaltıp arkadaşlarıma dağıttı. Şimdi her gün bizim sınıfta barış şiirleri okunuyor.”
ÖZLEM GÜLDEREN
Fevzi, Akın’a uzun uzun baktı:
“Akın, yine nerelere daldın? Çok dalıyorsun bu gece. Yıldızlara, başını siperden çıkarmadan bak! Eğil!”
Akın hızla başını eğdi:
“Komutan nerede Fevzi? Hiç görünmedi yemekten sonra.”
“Çoluk çocuğuna mektup yazıyor. Radyosunun sesini de kısmış. Çok hüzünlü görünüyor bu akşam komutan.”
Aydınlıydı komutan. Mektup kâğıdına, bu yıl okula başlayan kızının beş parmağı açık biçimde sağ elinin şeklini çizip yollamışlar. Görünce gözleri doldu. Her zaman güçlü görünürdü oysa. “Aslanlarım, başınızı çıkarmayın siperden. Kendinizi koruyun. Haydi canlarım. Kum torbaları dostumuz… Siperlerin dışına çıkmayın!” Gözü gibi korurdu aslanlarını. “Bahar gelince, hep yukardan seyrettiğimiz gümüş dereye ineriz. Ayaklarımızı ve çoraplarımızı yıkarız. Ahlat ağacının çiçeklerini koklarız. Mektup yerine eve kendimiz gideriz,” diyordu.
* * *
Fevzi, kurumuş ekmekleri yağmur suyu ile ıslatır, ayı yavrularına verirdi. Ayılar kısa sürede Kurtuluş’a ve askerlere alıştı. Bu tepelerde görebildikleri canlılar, kuşlar, ayılar ve ellerinde büyüyen köpekleri “Kurtuluş” olmuştu. Kurtuluş hepsinin candan arkadaşıydı. Köyler çok uzaktı. Keşif yürüyüşlerinde uğradıkları köylerde çocukları görürlerdi. Bu çok yoksul köylerin güleç çocuklarına hiçbir şey götürememek onları kahrediyordu. Teröristlerin yaktığı, kıydığı köylere girdikleri zaman Fevzi ceplerini karıştırır, çocuklara verecek bir şeyler arardı. Bazen küçük bir kurşun kalemle, bir parça beyaz kâğıda, onların isimlerini yazar, çiçeklerle süsler, verirdi. Çocuklar büyük bir sevinçle elden ele dolaştırırlardı kâğıt parçalarını.
Parkasının cebinde taşıdığı kavalıyla türküler çalardı Fevzi. Hepsini çevresine toplar, kumlara sopayla isimlerini yazar, onlara da yazdırırdı. Çocukların sıraları oturdukları taşlar, yazı tahtaları yerdeki toprak olurdu. Gezici öğretmen Fevzi, bir türkü çalar, bir ders yapardı. Köyden ayrılma zamanı gelince çocuklar peşlerinden koşardı. Fevzi, çocukların teröristler tarafından öldürülen, gönüllü öğretmeni oluvermişti.
Teröristlerin söndürdüğü ışıkları Fevzi, her gittiği yerde yakıp da geçiyordu. Yüreklere umut olmayı biliyordu. Çocukları görünce dayanamıyordu. Elinden gelse hemen bir çiftlik kurup, hemen bir okul açacaktı. Çocuklara ağaçlar diktirecek, tavuklar besletecek, at yetiştirecekti. “Bu dağlarda atla dolaşılır, şöyle gönlünce derelere inilir, pınarlardan kana kana su içilir.” diyordu.
Çeşmede çocukların ellerini, yüzlerini yıkar, mendiliyle kurulardı. Küçük sabun parçacıklarını onlara bırakırdı. Türkü öğretir, marş söyletirdi.
Ayağı kırılan atın ayağını sarar, kanadı incinen kuşun kanadını bağlardı. Elinden her iş gelirdi. Ağaçları budar, yabanilerini aşılayıp meyveli ağaca dönüştürürdü. Her ağacı, her kuşu, her canlıyı bilirdi. Dağlardan otlar toplar, herkese tanıtır, yedirirdi. Doğanın öğretmeniydi Fevzi. Dağların dostuydu. Yaman ve bilgili bir avcıydı. Kuş yuvalarına, yumurtalarına dokunmamayı çocuklara öğretirdi. Hayvan öyküleri anlatırdı. Bir masal ustasıydı. Tekerlemeler bilirdi. Anlattıklarıyla çocukları kıkır kıkır güldürürdü. Sanki insanları, hayvanları, dağları, toprağı güldürmek için gelmişti yeryüzüne.
Fevzi, tepelerden çiğdem, kardelen soğanlarını çıkarıp, kum torbalarından yaptıkları siperlerin önüne ekmişti. Komutan kızamadı bile. Başka bir keşif gezisinde de ahlat, söğüt fidanları getirip kum torbalarının çevresine dikmişti.
“Adam çiftçi, bir türlü asker yapamadım. İlla ekecek toprağı, duramaz elleri.” demişti komutan, gizli bir övgüyle. Fevzi sevindi utanarak, gururla ellerine baktı.
Sessizliği ilk bozan Fevzi oldu:
“Kekik bile vardır bu kayaların dibinde. Karlar erisin de ben gider onları bulurum.”
Akın içini çekti.
“Bulursun eminim!”
“Biliyor musun Akın? Biz bu dağlarda yirmi yaşındaki çiğdem çiçekleriyiz. Teröristlerin acımadan basıp ezdiği çiğdem çiçekleri gibiyiz.”
* * *
Akın annesinin mektuplarını ezberlemişti:
“Güzel oğlum,
Teyzen geldi bugün. Çilek reçeli yaptık. Sen çok seversin. Enişten Şırnak’taki bir arkadaşıyla sana ulaştıracak, söz verdi. Seni çok özledik hepimiz. Gülhane parkında çay içelim sen gelince. Boğaz’dan geçen gemilere bakarız. Sen yoksun diye hiç gitmedik Boğaz’a. Yün kazaklarını giymeyi unutma oğlum, dağlarda üşüme!”
Annen
Annem, ah annem, işten dönüşümü beklerdi çayı demleyip. Mutfak masasında bir demet nergis olurdu hep. İnce belli cam bardaklarda severdi, çay içmeyi annem. Buraya geldiğim günden beri her pakette yün kazak, yün çorap yolluyor, bir de nergis dolu mektupları geliyor bana. Bir gün de bir kavanoz çilek reçeli yollamış. Dağların tepelerinde çölden gelen, kokusunu bilmediğim rüzgâra yüzümü verip çilek reçeli yedim! Gözlerim dolu, “Ezo Gelin” türküsü söyledim. Annemin yüzü, kurutup yolladığı nergis çiçeklerinin arasından bana gülümsüyordu. Çilek reçeli elden ele dolaştı. Yirmi yaşındaki oğulların sana el salladı anne.
Babamın mektupları ah, birer çelik gibi… Ayaklarım daha kuvvetle yere basar her okuyuşumda.
“Kahraman oğlum,
Sen bizim gururumuzsun. Dayanma gücün çok olsun. Geçen gün vapurda patronunu gördüm. ‘Bizim aslan ne yapıyor, dedi. Yokluğu elimizi kolumuzu bağladı. Her işimiz eksik kalıyor, bitirsin şu vatan nöbetini yeter, gelsin’ dedi. Hepimiz gözlerinden öperiz.
Baban
Akın köpeği Kurtuluş’u kucağına aldı. Başını tüylerine gömdü. “Buralara sen olmasan dayanamazdım Kurtuluş. Sen benim her şeyimsin. Sen arkadaşımsın, benim en kıymetlimsin.”
* * *
Komutan, günlerden sonra bir sabah saatlerce bekleyip kesik kesik konuşmalar yaptığı telsizin başından kalktı. Uykusuz ama keyifliydi. Hepsini çevresine topladı, şunları söyledi:
“Barış çok yakın evlatlarım. Haber geldi başkentten. Evlerimize dönüyoruz. Şimdi sevdiklerinizi barış müjdesiyle sevindiren mektuplar yazın. Umutlarımız, dualarımızla gerçekleşiyor. Bu karlı dağlarla yürekten vedalaşın. Bundan sonra işiniz topraklarımızı ekip, biçmek olsun. Orman alanlarımızı genişletip büyütelim. Çocuklarımız için okullar yapalım. Türkülerle, şarkılarla gitsinler okullarına. Çocuklarınızı sevgi ve mutlulukla büyütün, onları okutun. Onlara barışın güzelliğini anlatın. Ailelerinize sevgi ve selamlarımı götürün. Hepinizin yolu açık olsun!”