İsmail Hakkı Tonguç, Bulgaristan'da Silistre'nin Totrakan ilçesinin Atmaca köyünde 1893'da dünyaya geldi. Annesi Dobrucalı Vesile Hanım , babası Kırım göçmeni Hacı Veli'nin oğlu İdris'tir. Tonguç biri kız sekiz kardeşin en büyüğüdür. Kendi köyünde dört yıllık ilkokulda başlayan eğitimini Silistre Rüştiyesi'nde devam etti. 1914'de öğrenim için İstanbul'a geldi.O günün Maarif Nazırı'nın dikkatini çekti.Parasız yatılı olarak Kastamonu Öğretmen Okulu'na gönderildi. 1916'da İstanbul Öğretmen Okulu'na nakledildi. 1918'de okulu bitirdikten sonra bir üst öğrenim için Almanya'ya gönderildi. 1918 – 1919 ‘da Karlsruhe'de Ettligen Öğretmen Okulu'nda sekiz ay kaldı. 1919'da Eskişehir Öğretmen Okulu'nda Resim – Elişi ve Beden Eğitimi öğretmeni olarak profesyonel hayatına başladı.
1919 ile 1933 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı'nda öğretmen , müfettiş ve yönetici olarak çeşitli görevlerde bulundu. 1934- 1935 yıllarında Gazi Eğitim Enstitüsü müdür vekilliği yaptı. 3 Ağustos 1935'de İlköğretim Genel Müdürlüğüne vekaleten getirildi. Dönemin Kültür Bakanı Saffet Arıkan'a ,köy enstitülerinin temelini oluşturacak bir rapor verdi.
O günlerde Türkiye'de okur yazar oranı yüzde ondu. Atatürk'ün desteğiyle bu oranı arttırmak için , askerlikte çavuşluk yapmış, okur yazar olanlara altı aylık bir eğitimle ,eğitmenlik yapmaları sağlandı. Bu eğitmenler kendi köylerine bu amaçla gönderildi.1937'de Köy Eğitmenleri Yasası çıktı. İzmir Kızılçullu'da ve Eskişehir Çifteler'de ilk öğretmen okulları açıldı. 28 Aralık 1938'de Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanı olunca Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğü'ne getirildi.17 Nisan 1940 yılında Köy Enstitüleri Kanunu çıktı. Bu tarihten itibaren görevden alındığı 1946 yılına kadar Tonguç Köy Enstitülerinin kurulması ve çalışması için çok büyük gayret sarf etti. O kız çocuklarının eğitime alınması ve öğretmenliğe kazandırılması için olağanüstü çaba harcadı. İvriz Köy Enstitüsü'nde görev alan M.Ali Eren yazdığı Düşünce ve Anıları II isimli eserinde, Tonguç'a atfen şu olayı anlatmaktadır: Çaycuma'ya ilk kez gelen Tonguç Kaymakamı makamında bulur. Kendini tanıtır. Yarım saat sonra Çaycuma'nın batı yönünde yaya olarak gideceğini , ilk rastladığı köyden iki kızı çocuğunu göndereceğini, daha sonraki günlerde de her gittiği yerden iki kız çocuğunu göndermeye devam edeceğini söyler. İlk köye yaklaştığında arkalarında odun yüklü iki kadına rastlar. Onlara ne yapmak istediğini ve bu kızların devlet tarafından yetiştirileceğini ve öğretmen olacaklarını, köylerinde maaşlı çalışacaklarını anlatır. Sebep olur da iki kızı benim için bulursanız , öldüğünüzde nur içinde yatarsınız peygamberimizin yardımıyla Yüce Tanrı tarafından cennetinde mükafatlandırılırsınız der. Köye varıldığında iki kız bulunur ve köy bekçisiyle kaymakamlığa gönderilir. Köy Öğrtemen Okullarının ilk kız öğrencileri böyle toplanır.
Tonguç 25.9.1946 ‘da Talim Terbiye Kurulu'na atandı. 1954'de emekli oldu. 1960 Haziranı'nda çoktan kapatılan Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nü yıllar sonra ilk kez ziyaret etti. Daha sonra 24 Haziran'da yaşama veda etti.
SONUÇ
İtalya'da Floransa kentinde başlayan ve İtalya'nın ve Avrupa'nın diğer kentlerine yayılan 1350'lerden 1600'lere kadar etkinliğini sürdüren Rönesans hareketi düşüncede, sanatta, bilimde, mimarlıkta, felsefede, teknolojide , müzikte ve daha bir çok alanda yeniden doğuşu ve yenileşmeyi ifade eder. Bu hareket şair ve ilk hümanist Petrarca (1304 – 1374) ile başlamıştır. Rönesans bir tarihsel bütünlük içinde uygarlığın bir evresi olarak kabul edilir. Rönesansın yarattığı modern kültürün klasik çağın yeniden canlandırılmasına borçlu olduğu varsayılır. Böylece antik kültür ve eğitimin değeri yücelir. Rönesans insanı her şeyi kendi arzusuna göre yönlendiren, hırslı, gururlu, şöhret ateşi ile yanan,özgür düşünceli, becerikli, basına ve sanata yatkın ve bağımsız ‘'Avrupalı çocukların ‘' ilki idi. Zevk ve sefa ile bağdaşıktı. Makyavelizm bu kişiliği tamamlıyordu.
Bu dönemde devlet ve ekonomi rasyonel bir nitelik kazanıyordu. İnsan zekası yeniden doğuyor, yeni bir yaşam biçimi, anlayışı ve biçemi önem kazanıyordu. Katolik kilisesi eski etkinliğini yitiriyor ve seküler bir anlayış yaşama egemen oluyordu.Tanrı Vatikan'dan çıkıyor, insan yüreğine iniyordu. Tarih 16.ve 17.yüzyıllarda yetişen bilim insanlarına ait olayları ve buluşları sıraya koymakta zaman bulamıyordu.
Antik Yunan kültürüyle temelleri atılan Rönesans'a antik eserler Arap ve İran yoluyla kazandırılmıştı. Avrupa'nın Ortaçağı'nı yaşadığı yıllarda İslam dünyasında Endülüs'te Kordoba'da, Mısır'da Kahire'de, Irak ve Suriye'de Bağdat ve Şam'da ve İran'da bir Altın Çağ yaşanmıştır. O dönemde değişik bölge ve zamanlarda , Müslüman olsun olmasın değişik kişiler tarafından değişik hükümdarlar için Antik Yunan çağının eserleri tercüme edilmiştir. İslam dünyası aklı öne çıkaran önemli bilim ve devlet adamları yetiştirmiştir. Avrupa bu eserlerin çoğunu onlar aracılığı ile kazanmıştır. Arapça ve Farsça'dan kitaplar Latince'ye tercüme edilmiş, Rönesans'ın temelleri böyle atılmıştır. Avrupa Ortaçağdan Yeni çağa geçerken İslam dünyası Altın Çağı'ndan kendi Ortaçağ'ına sürüklenmiştir.
Bilindiği gibi inanç ve bilim ayrımı yaygındır. Genel olarak inançlı bir kişinin bilim yapmasına, bilim insanlarının da inanmasına engel bir şey yoktur. Gazali (1058 -1111) ‘'Filozofların Yanılgısı'' isimli ünlü eserinde , aklın inanca ters düştüğünü gören Farabi ( 872 – 951) ve İbn Sina (980 – 1037) gibi Platoncu İslam bilginlerini eleştirmiş, ‘'Akıl , inanca ters düşmez'' demiştir .Böylece devletin varlığı ve güvenliği için akılcı gidişi önlemeye , hiç değilse frenlemeye çalışmıştır. Gazali'den yaklaşık yüz yıl sonra İbn Rüşd (1126 – 1198) ‘'Yanılgının Yanılgısı'' isimli kitabında akıl ve inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını hatta gerekliliğini savunmuştur .( Prof.Dr.Bozkurt Güvenç: İnanç, Bilim veEvrim , Cumhuriyet Gazetesi , 6.3.2013). İbn Rüşd Batı'da Rönesans'ın doğuşunda önemli bir rol oynamıştır. Gazali ise Ortadoğu'da etkili olmuş ve bilimin özerkliği korunamamıştır. Fatih'le ve sonrasında Gazali'nin görüşleri Osmanlı İmparatorluğu'nda da etkili olmuş ve hatta Cumhuriyet'e kadar bu etkisini sürdürmüştür. 1923'ten 1980'lere kadar Atatürk Rönesansı bu etkiyi azaltmıştır. Daha sonraki yıllardan günümüze kadar ve özellikle son yirmi yılda inanç öne çıkmış aklın etkisi hayli düşük bir düzeye inmiştir.
Güvenç ‘'Osmanlıcada Ehl-I İman, Ehl-I İlim, Ehl -I Hikmet kavramları vardı ama ,özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, bilim gelişmemiş, kamu vicdanı ve yönetim özgürlüğünün güvencesi olan özerkliğe sahip çıkılmamıştır. Günümüzde de yaygın söylemin gerekçesi , Devlet'in birliği ve bütünlüğünü korumaktır. Oysa ifade özgürlüğü yoksa ya da özerklik kısıtlıysa düşünce özgürlüğünün ne anlamı olabilir ki?'' diye sorgulamaktadır.
Dinler bilindiği gibi değişmez hükümler ifade ederler. Hayat ise yürür. İhtiyaçlar değişir. Din kurallarıyla yönetilen devlet halkının ihtiyaçlarına , sürekli gelişen ve değişen ihtiyaçlarına cevap veremez. Din devleti Vatikan bile tarihi yanılgısını yüzyıllar sonra fark etmiş , özür dilemişti. Ama bu ‘'Bruno'yu'' yaktıktan sonra, Vatikan gibi inanmayanları ‘'Engizisyon dehşetine'' sürükledikten ve ‘'Galile'yi'' evine hapsettikten sonra oldu. Osmanlı yöneticileri imanla aklın biribirine ters düştüğünü ‘'Basra harap olduktan sonra ‘'gördüler.
Lale Devri'nde ve Tanzimat döneminde görülen reform hareketleri zayıflayan devleti kaybetmemek için yapılan siyasi ve askeri girişimlerdi. Kültür hayatını değiştirici nitelik taşımıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet belki bir Rönesans insanı özelliği taşıyordu , fakat o da dinin etkisi altında kaldı. Osmanlı Devleti'nde bütün reform hareketlerinde değişik oranda, toplumun her kesimini etkileyen dinin durumu paralel olarak sürekli bir şekilde vardı.Tanrı bir türlü bireyin yüreğine inmemişti. Bu kesim zaman zaman başlatılan reform hareketelerini durdurmuş hatta yapılanları yok etmişti. Reformcular tutucu güçleri aşamamışlardı.
Türk tarihinde bu aşılma Cumhuriyet'le ve Atatürk Rönesansı ile gerçekleşmiştir. Atatürk reformları ile ulaşılmak istenen Rönesans , çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak hatta onu aşmaktır.Yaşayışta ,üretimde, eğitimde, sanatta, fikirde ve duyguda çağın uygar ve sosyal gereklerine yönelmektir.
Prof. Dr.Suat Sinananoğlu'na göre ( Suat Sinanoğlu, Türk Hümanızması ,1980) Atatürk reformları ve yarattığı ana kurumlar (TBMM, Anayasa, Laiklik, Medeni Kanun) esas itibariyle, ‘‘hümanist ruh''un eseridir, hümanizmadır. Hümanist devrim, toplumda radikal bir ‘'ihtilal'', köklü bir değişmedir. Sonunda ‘'Türk hümanizmi'', ‘'Bu fikir akımı'', yeni bir eğitim sistemiyle gerçekleşecektir'' (İnalcık,276). ‘'Türk toplumunun geleceği, laik düşünceyi'' ülkenin toplumsal ve kültürel yaşamında egemen kılmaya bağlıdır. Devrim ilkeleri ve kurumları ancak böyle korunur.'' Sinanoğlu'na göre, Türk kültürü bunalımdadır: Devrim karşıtı akım , eğitimde ‘'dinsel ve skolastik Osmanlı kültürünün ‘'egemen olmasını istiyor. 1980'de yayınlanan kitabında, Sinanoğlu bu akımın üstün gelmesinden kaygılanıyordu. Sinanoğlu haklı çıktı. Bu akım şu anda ülkede egemendir. Türk tarihinteki her yenilikçi hareketin uğradığı akibet gibi Atatürk Rönesansı da günümüzde büyük bir tehdit altındadır.