Son günlerde canım çok sıkılıyor. İçimde, uzun zamandır birikmiş, birileriyle paylaşmak istediklerim var. Bugün yazmak istiyorum bütün bunları. Düşünüyorum da tüm bu yaşadıklarım, halkımızın geniş bir kesiminin yaşadığı ve yine geniş bir kesiminin duyarlı olduğu yaşanmışlıklardır. Anlatılmazsa, yazılmazsa, söylenmezse gelecek kuşaklar hem dünü bilemez hem de bazı olayların nedenlerini anlayamazlar. Bozulmalar da kaybolan değerler de zincirin halkaları gibi birbirine sımsıkı bağlı... Zincirin tümünü görebilmek, anlayabilmek; zinciri meydana getiren halkaları iyi tanımakla mümkündür…
12 Eylül 1980 tarihinde, ortaöğretime on beş yıl emek vermiş bir öğretmendim. Öğretmenlikteki en büyük amacım öğrencilerime okuma tutkusu aşılamaktı. Çalıştığım Bandırma Şehit Süleyman Bey Ortaokulu'nda müdür ve Türkçe öğretmenleriyle el ele vererek zengin sayılabilecek bir kitaplık yaratmıştık.
Her hafta Milliyet Çocuk Dergisi'ni elimle kitaplığa götürürdüm. Öğrenciler büyük bir susuzlukla okurlardı… En yeni kitaplarla öğrencileri tanıştırmış, kitaplıktan yararlanmalarını sağlamıştık. Ayrıca okul kooperatifinde bizim seçtiğimiz, dünya ve Türk yazınından en seçkin eserler, isteyen öğrencilere satılırdı.
12 Eylül'den sonra televizyonlarda verilen haber programlarında öğretmen, silâh, kitap yan yana sergilenip, suçlu olarak gösterildi. Kısa sürede, okul müdürümüz Hayrullah Erçetin'i 1402 sayılı yasa ile zorunlu emekli edip çok sevdiği mesleğinden, öğrencilerinden, öğretmen arkadaşlarından ayırdılar…
Okumayı seven, ana dilini akıcı konuşan, çok güzel şiir okuyan bir öğretmendi. Öğrencilerine, öğretmenlerine eşitlikçi davranıp okulunu demokratik yönetirdi. Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlı bu örnek yöneticiyi mesleğinden kopardılar…
Daha sonra okul kitaplığındaki kitaplar ayıklandı. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Necati Cumalı kitapları ve daha pek çoğu sakıncalı bulundu… Ayıklanıp kitaplıktan çıkarılan bu güzelim kitaplar rutubetli bir depoda çürümeye terk edildi…
Milli Eğitim Bakanlığı'ndan yasak sözcükler listesi geldi. “DEVRİM” sözcüğü bu listenin başındaydı…
Bir gün, İnkılâp Tarihi dersinde “Hukukta Devrim” konusunu işlerken bir öğrencim, içinde “devrim” sözcüğü geçen her cümlemden sonra beni, “Devrim değil inkilâp” diye düzeltti. Onlar Arapça sözcükleri, bizim gibi hakkını vererek doğru söyleyemezlerdi. Öğrenci, söylediği sözcüğün “köpekleşme” anlamına geldiğini, bilemeyecek kadar bu durumdan habersizdi! Bu bilgisizlik beni çok üzdü. Hiç duraksamadan yazı tahtasındaki ders plânımı sildim. Yerine büyük harflerle “KURTULUŞ ŞAVAŞI” yazarak en başa döndüm. Sonra sınıfa bakıp şunları söyledim:
“Evladım! Bu, Türk Milleti'nin kan ve gözyaşı ile dünya tarihine yazdığı en büyük DEVRİMDİR ve devrimler, Cumhuriyetin kazanımlarıdır,” dedim.
Milli Eğitim Bakanlığı'nın öğrencimle benim arama nasıl kavram ayrılıkları soktuğunu acı acı düşündüm! Biz, ülke olarak 1923 den 1980 yılına gelirken çağdaş yaşam yolunda neleri yitirmiştik?
Arı dile düşman bir eğitim sistemiyle çağının insanını nasıl yaratacaktık? Demokrasi, hukuk, insan hakları konularını nasıl özümsetecektik? Sosyal hakları fark ettirip; bunların yaşamsal, vazgeçilmez temeller olduğunu nasıl kavratabilecektik?
Türk dilindeki bozulma, yozlaşma toplum için çok tehlikeli bir gidiştir! Birbirimizi anlayabilmemiz, kavrayabilmemiz, hoş görebilmemiz dil aracılığı ile gerçekleşmeyecek miydi? Öz dilini kaybeden uluslar, önce milli varlığını, sonra bağımsızlığını kaybetmez miydi?
Daha sonra ders kitaplarının kalitesi değişti. Haritalar, şekiller anlaşılmaz, okunmaz biçimde basılmaya başlandı. Tarih kitaplarındaki tüm “savaş” sözcükleri ”muharebe”, başarı sözcükleri “muvaffakiyet” oldu. Öğrenciler, Arapça sözcükleri doğru söyleyemiyorlardı!
Kitaplıktaki kitapların ayıklanmasından, depoda çürümeye terk edilmesinden sonra öğrenciler kitaplığa uğramaz oldu! Bunun üzerine eskiden olduğu gibi Türk ve dünya yazınının en güzel örneklerinden seçtiğimiz kitapları, yine okul kooperatifinde sergilemiştik. Birkaç gün sonra okul müdürü bu kitapların satışını yasaklamış, kooperatifin kapısına kocaman bir asma kilit vurdurmuştu. Kooperatifin raflarına ellerimizle dizdiğimiz kitaplar, sakıncalı bulunmuş, indirilmişti.
Ayşe Kilimci'nin “Sevdadır Her İşin Başı” adlı kitabının açık saçık bir kitap olduğuna, adına bakarak karar vermişlerdi. Zaten kitabın kapağı da bunu doğruluyordu! Kapakta ince desenle kadın omuzları çizildiği için kitap yine onların kapalı kafasına göre, açık bulunmuştu. Kitabı okumamışlar ve tüm kitapları suçlu ilân etmişlerdi. Okul yönetiminin bu tutumu, bizim için acı verici bir durumdu. Üç gün boyu uğraşmalarım, kitabın içeriğini anlatışım, okul yönetimini ikna etmeye yetmedi! Ne kooperatifin kapısı açılıyor, ne de kitapları almamız mümkün oluyordu. Öğrencilerin kitap isteklerine cevap veremiyorduk. Okulda uzun süren soruşturmalar daha yeni bitmişti. Bir de sakıncalı kitap konusunda, uydurma bir soruşturma açılmasını hiç istemiyor, bu durumun pek çok öğretmene zarar vereceğini düşünüyorduk. Bu konudaki dirençli ve akılcı davranışımızla sonunda okul müdürüne öğrenci kooperatifini açtırabildik. Yönetimce yasaklanıp raflardan indirilen kitapları alarak tüm özverili öğretmen arkadaşlarımızla okul idaresine sezdirmeden, sınıflardaki kitap tutkunu öğrencilere ulaştırdık.
“Sevda” sözünün, yüreğinin gözü kör olanlarca ne kadar yanlış yorumlandığını, sıkıntılı günler yaşayarak öğrenmiştik. Bazı ufku kapalıların eğitim kadrolarında olsalar bile “kitap” konusunda ne denli karanlık düşüncelere, ön yargılara sahip olduklarını da içimiz acı dolarak görmüştük…
Sahnelemek için, izin almak üzere ildeki Milli Eğitim Müdürlüğü'ne yolladığımız tiyatro eserleri, bin bir kusur bulunarak geri dönüyordu. Neredeyse “Tiyatro Kolu” okuldaki eğitsel kollardan çıkarılacaktı! Okul idaresinin böyle bir eğilimini sezmiştik. Güngör Dilmen'in “Akad'ın Yayı” oyununu, istenilen değişiklikleri yaparak çok zor kabul ettirebildik. İlk çağda geçtiğini sandıkları oyunun konusu, aslında çok günceldi. Yozlaşan tüm zamanlar için geçerliydi. Bu da bizim, onların bilgisizliğine bir oyunumuz oldu! Eserin sahnelendiği gün öğrenci velileri, salonu alkışlarıyla inletirken bize de zorlukları yenişimizin ödülünü verdiler…
Kültür, sanat ve öz dilinden uzak kuşaklar; işte bu yasaklar ve baskılarla yetiştirilmeye başlandı.
Ülkemizde “Bir yabancı dil iki insan demektir” diye başlayan temelsiz, özden uzak anlayış, sonunda İngilizce uğruna “Bir dile bir ülke feda etmemize” yol açtı.
Şimdi, Osmanlıca ve Amerikan İngilizcesi arasına sıkışmış insanlarımız, Atatürk'ün gösterdiği “Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtaracaktır.” Dil de bağımsızlık hedefini unuttu.
Biz, televizyonlarda sadece kavga eden, silâh çeken, hep oynayan, durmadan yiyen ve anlamsız konularda yarışmalara özendirilen bir topluma dönüştürüldük…
Bütün bunlara karşın kendi benliğimizi, değerlerimizi bir gün bulacağımızı kuvvetle umut ediyorum.