Öğretmenlere sınıf payesi verilerek verimin artırılacağına inanmak, aklî ve ilmî olmasa gerek.
Başöğretmen, uzman öğretmen vs. vasıfların öğretmene verilmesinden, verim ve kalite elde edilmesi maksadı güdülüyorsa beyhude olur. Yıllar önce de anlatmıştım (1984) tekrarında beis olduğunu sanmıyorum.
Öğretmen verimliliğinin artırılması işi için önce sendikal anlayıştan vaz geçilmeli. Öğretmen vasıfsız işçi değildir. Neyi, ne kadar hak edip etmediği, etmeyeceği büyük hesaplarla ortaya konmaya gerek olmayacak kadar açıktır. Sendikal anlayış bedenî çalışanları alakadar eder. Bedenen çalışanlar, akşam uyuyup sabah dinlenik kalkanlardır. Fikrî, zihnî çalışanlar uyuyarak dinlenemezler. Yaptıkları işin hakkı da sendikal anlayışla temin veya tayin edilemez. Öğretmen, öğrencisinin sümüğünü mendille değil de eliyle silmekten zevk alan kişidir. Bu ruhu yerleştiremezseniz öğretmen işçi olduğun zannetmeye devam eder. Öğretmen, yaptığı hizmetin nakdî karşılığının hesabını yapmadan önce mesuliyetini deruhte ettiği öğretim sonucu, öğrencinin gelişim seviyesinin hesabıyla ilgilenir. Bunu yaparken başı yastıkta, bir sağa bir sola döner. Uykuları kaçar. Verim artırmak için öğretmenin, öğretmenlik içi sayılan vazifelerinden bazılarından muaf tutulması gerekir. Öğretmenin işi sadece öğretmek ve davranış güzelliği kazanımına örneklik etmektir.
Alın sınav görevlerini başka birilerine yaptırın. Sınav sonuçlarından da öğretmeni mesul tutun. Tayin ve tespit ettiğiniz tahminî seviyeye öğrencisini çıkarmayanı da öğretmenlik işinden muaf tutun. Bu sınavları da uzman bir ekibe yaptırın. Benim değerlendirmelerim öznel kabul edilebilir. Nesnel durumların daha çok olduğu açıktır.
Ne yapmalı?
1984'te basında da intişar etmiş bir konuyu burada tekrar anlatmanın yararlı olacağına inanmaktayım. Öğretmenden verim mi bekliyorsun? Haklı olarak evet. Öyleyse kimin eğitim ve öğretim verdiğine bakılmaksızın üniversite sınavı yapıyoruz, puanlar belli olunca başarılı öğrencilerin kayıtlı olduğu okullar, bilâ tereddüt, öğrencilerinin başarılarını, okulların sırtına yükleyiveriyorlar. Haksız da değiller hani. Bu durum elde bir, yaz kenara, ya da aklında tut.
Ölçülebilir öğretim faaliyetlerinde, öğretmenin başarısı öğrencinin de başarısı sayılacağından öğretmeni, zaten ilgili okulun mezunu olduğundan ehliyetli sayıyoruz. Bu ehliyetini, bilgi birikiminin ve düzenli çalışmasının kontrolüne verip dertsiz çalışma ortamı sağlayarak kontrol ve otokontrolüne imkân vermeliyiz. Birkaç yılda bir, teftiş yoluyla yapılan kontrol faydasızdır. Ne takdiri muciptir ne de tekdiri. Öğretmenin kendini ölçmesine yarayacak bir uygulamaya geçmeli değil miyiz? Gelişmiş sayılan ülkelerin incelenmesi bizi doğruya ulaştırmaz. Muhteşem imparatorluklar tesis etmiş bir milletin arkasında, güçlü bir bilgi birikimi yoksa asla bunu başaramazdı. Bildiğim kadarıyla belirtmeliyim ki tarihimizde devlet okulundan çok özel okullar vardı. Kurum olarak okul diplomasının yerine müderris şahadetnamesi muteberdi.
Özel okulları hiç savunmadım, aleyhtar da değilim. Benim mesele saydığım şey, öğretmenin kendinin güncellemesine yarayacak bir usul bulunmasıdır. Tecrübelerime dayanarak söylemeliyim ki şimdilerde gayretin adı, performansa tahvil edildi. Performans ölçücü bir sisteme neden geçemeyelim.
Öğretmeni sınavla tasnif etmek kolay. Çan eğrisine göre değer verip işi bitirirsin.Öğretmenin kâğıt üstündeki sorulara vereceği cevaplarla sınıflandırılması gayet kolay. Sınava gire çıka sınavın nasıl kazanılacağı ma'lûm. Performans denilen bir kavram çok kullanılıyor ama bu kavramın hayata intibakı muallak!
Öğretmen başarısını nasıl ölçmeli ve sıfatlandırmalıyız?
Faraza bir öğretmen, Türkçe dersi okutuyor. Bu öğretmenin branşına hazırlanması için okul kütüphanesi veya en yakın kütüphanede mevcut kaynaklardan yararlanmasını teşviken sağlamalıyız. Türkçe dersinin müfredatı zaten belirgin. Dersine hazırlıklı giren öğretmenin, dersine girdiği sınıf veya şubelerin sınavlarını ders veren öğretmene değil, başka bir komisyona yaptırmalıyız. Kaynaklar, konular belli. Komisyon da belli. Sınavlar, meskûn mahalde buluna okulların aynı sınıf , aynı ders için sınav komisyonları oluşturulur. Sınav sonuçlarını komisyon belirler. Konular müfredata uygun ve belirgin olduğu için komisyonun hariçten soru sorması da imkânsız. Bu komisyonların çalışmaları muhakkik görevi verilen müfettişlerin nezaretinde sağlanır çünkü MTSK sınavları Okul sınavlarından daha ehemmiyetli değildir. Böylece yapılan bütün sınavların sonuçları alındıktan sonra, karne notları belirince öğretmenimiz, kaç öğrenciye ders verdiyse tamamının karne notlarının ortalaması öğretmenin başarı notu olur. Tayin, terfi ve maaş, derecelendirmeleri de bu sonuca temellendirilmelidir. Böyle bir çalışmada, öğretmene sınavla paye verilmesinin beyhude olduğu anlaşılacaktır.
Bir ders süresince öğretmenin teftişi, asla aklî ve ilmî değildir. Zaten öğretmen, müfettiş nezaretinde kendini kaybediyor. Dersi nasıl ikmal etsin.
Bırakınız. Öğretmen dersi okutsun. Sınav dönemlerinde öğretmeni ve öğrencisini tanımayanlar sınav yapsın. Öğretmen iyi ise sonuç iyi olur. Kötüyse sonuç kötü olur. Öğretmendir ki öğrencisinin neyi bilip neyi bilmeyeceğini bilir. Kolay sorarak kendini aklayabilme çabası içine girebilir. Zor soru sorarak öğrenciye dolayısıyla zıt gittiği veliyi cezalandırma yolunu, yanlış da olsa tercih edebilir. Buna imkân verilmemelidir. Komisyon ise mevcut müfredata uygun konulardan soracağı için kimsenin lehinde veya aleyhinde bir sonuç doğmaz. Herkes emeğinin karşılığını alır vesselam.
Öğrencilerin karne tonu ortalamaları da öğretmenin gayretinin mükâfatı veya mücazatı olur. Maaş miktarını, tayin şartlarını, terfi ve tenzillerini buna uygun yaparsın. Mücazatı hak edenleri öğretmenlikten muaf tutarak geri hizmete çekersin, kendini güncelleyenleri, yetiştirenleri tekrar işbaşına getirerek bir nevi ödüllendirirsin.
“Eğitim şart.” tekerlemesine gerek kalmayacak şartları oluşturup verimliliği artırabiliriz. Ben kabataslak teklif ediyorum. İnce ayrıntılar mütehassıslara kalmış.
1984'te yazdığım, yayımlanmış makalemde bu konuyu anlattığım gibi teftişin gereksizliğinden, taşımalı öğretime geçilmesinden, ülke çapında oluşturulması gereken “Eğitim Bölgelerinden” ilkokul çocuklarının taşıma konusu dışında tutulması gerektiğinden söz etmiştim.
Taşımalı sisteme 1991'de geçilirken çok sonra da eğitim bölgeleri, mevzi seviyede sınırlı ihdas edildi. Maksat hâsıl oldu mu? Hayır. Bir uygulamanın felsefî, düşünsel alt yapısı meydana gelmeli ki işe yarasın. İşler ezbere yürümez. Şuurlu bir yürütücüye muhtacız.