Sevgili Arkadaşlarım,
1999 yılında Nevşehir Hacıbektaş Belediyesi'nin açtığı “Ulusal ve Uluslararası Öykü Yarışması”nda “BENGİ” adlı öyküm üçüncülük ödülü kazanmıştı.
Konservatuvar bitti. Öğretmenliğe başladım. Çalıştığım okulda çarşamba günleri dersim yok. Piyanosu olan birkaç kişinin evine derse gidiyorum. İçimde bir boşluk var sanki. Yeni heyecanlar arıyorum. Yaşamımda coşku eksik gibi geliyor bana. Bir gün okul müdürü, "Uzak semtteki bir okulun müzik öğretmenine ihtiyacı var ama çevre yoksul, okul yeni kuruluyor, verecek paraları yok. Gönüllü öğretmen arıyorlar," dedi. Benim içimdeki ses,, “Hah işte, aradığın heyecan böyle bir şey,” diye beni kışkırttı.
“Ben giderim.”
“Nükte Hanım, okul çok uzak. Ayrıca size para veremezler.”
“Olsun.”
“O okulun müdürü arkadaşımdır. Çok sık görüşürüz. Onlara bazı konularda okulumuzdan destek veriyoruz. Yeni kuruluyor. Eksikleri çok... Birkaç yıla kadar hepsini tamamlar. Arkadaşım çok çalışkandır.”
“Müdür Bey, lütfen arkadaşınıza haber verin, bu çarşamba oradayım. Beni beklesinler.”
Çok heyecanlıyım. İçim içime sığmıyor. Ne götürsem acaba? En iyisi flüt, olur mu? Belki bir iki çocukta vardır. Olmasa da olur. Mandolin, daha sonra! Önce okulu görelim, çocuklarla tanışalım. Çantam, notalarım, hepsi hazır. Okul ve çevreyle ilgili bilgileri de aldım. Bizim müdür Salim Bey, her gün bir olumlu, bir olumsuz bilgi veriyor. Sanıyorum arkadaşını sevindirmek istiyor ama öğretmenini de üzmek istemiyor! İnce insandır, Salim Bey. Parasını ödeyemedikleri için okulun su ve elektriği sık sık kesiliyormuş. Olsun. Okuyanlar hepimizin çocukları ama son yıllarda bu gerçeği unutuverdik nedense. Yakıt parası yetersiz olduğundan okul iyi ısıtılamıyormuş. "Aman Nükte Hanım, sıkı giyin,” diyor müdür bey bütün babacanlığıyla.“Oradaki öğrencilerin müziğe ilgileri buradaki gibi olmayabilir, hepsi yoksul. Müzik aletleri de yoktur, ders kitaplarını bile ben yolluyorum okulumuzdan!"
“Olsun.”
Salim Bey, uyarıların hepsini ince ince yaptı. Sağ olsun. Benim heyecanım çok büyük. Hiçbir şey bu okulda müzik dersi yapma isteğimi engelleyemez. Tersine o okulu, çevresini, öğrencilerinin durumunu öğrendikçe daha köklü bir istek duyuyorum. Mutlaka gitmeliyim!
Çarşamba, geldi sonunda. Ben otobüsün camından, şimdiye kadar gitmeyi akıl etmediğim yerleri seyrediyorum. İşte son durak! Şoför uyardı:
“Abla, sanayi sitesine geldik.”
Otobüsten ayağımı atar atmaz çamura gömüldüm. Çizmelerimi giymiştim. Salim Bey kaç kez uyarmıştı beni. Okula yürürken gördüğüm gecekondulardan geliyor demek öğrencilerim. Evlerin tahtalarla, tellerle çevrilmiş bahçelerinde erik, dut, gül ağaçları var. Beyaz badanalı duvarlarında küçük pencereler… Pencere içlerinde çeşitli büyüklükteki tenekelerde çiçekler... Itır, sardunya, karanfil, begonya... Bunları ekenlerin içi çiçekli bahçe gibidir. Güzel anlaşacağımızı düşünüyorum.
Sokağın başında, birkaç ak yazmalı, basma elbiseli kadın, bana gülerek baktılar.
“Okul ne tarafta?”
“Köşeyi dönünce. Sen öğretmen misin?”
“Evet.”
“Ne öğretmeni?
“Müzik.”
Çok sevindiler. Salim Bey, burada müzik seviliyor. Anneleri güldüğüne göre, çocukları daha çok sever müziği…
Okul kırmızı kiremitli, tek katlı, sarı badanalı, küçük bir yapıymış. Bahçesi çok büyükmüş. Bahçe duvarları boyunca ince kavak ağaçları dikilmiş. Hizmetliler haber vermiş, müdür beni kapıda karşıladı. Bir anda çevremizi hizmetliler, öğretmenler, öğrenciler sarıverdi. Sanki büyük bir ailenin içindeyim. Yeni öğretmen değil, bir konuk gelmiş gibi. Bunun sırrını sordum. "Aramızda biraz yaşa, anlarsın," dediler.
Müzik salonumuz salon değil, salon yavrusu. Badanaları rutubetten yer yer kabarmış. Pencereleri iyi kapanmıyor. Okulun en soğuk bölümü burasıymış.
Müzik dersimiz başladı. Öğrencilerle tanıştık. Gözlerindeki ışık, tertemiz bakışları içimi ısıtıyor. Kıpırdamadan her hareketimi izliyorlar. Kıpırdarlarsa tılsım bozulacakmış gibi... Müzik öğretmeni uzun süredir özlemle beklenmiş. Bir de, Salim Bey, yine sağ olsun beni çok övmüş. "Bir öğretmen yolluyorum, dilsizi dillendirir,"demiş. Eyvah, şimdi ne yapacağım? Bizim Müdür Bey'i utandırmamak için canımı dişime taktım. Bildikleri parçaları flütümle onlara çalıp, dinletiyorum. Küçük parçaları birlikte söylüyoruz. "Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu. Aldım onu içeriye." Halimize ne kadar uyuyor... Tersi oldu. Biz söyledikçe içimiz ısındı, salon ısındı, okul ısındı… Kaynaşıverdik.
Salonun köşesinde tekerlekli sandalyede küçük bir kız, altı ders boyuncahiç çıkmadı. Arkadaşları sınıfına götüremedi. Ben de, "Dokunmayın, izlemek hoşuna gitti, kalsın," dedim. Yüzü çok solgun, saçları lüle lüle omuzlarına dökülüyor. Çok iri elâ gözleri ve uzun kirpikleri dikkat çekiyor. Güçsüz bedeninin üzerinde güneş çiçeği gibi parlayan akıllı bir başı var. İşte Bengi ile ilk günümüz ve tanışmamız böyle oldu.
* * *
Ertesi hafta derse gittiğimde Bengi'yle babası ve müdür beni sıcak gülüşleriyle karşıladılar. Asıl şaşırtıcı görüntü müzik salonunda beni bekliyordu: Köşede bir piyano bütün görkemiyle ışıl ışıl parlıyordu.
“Bu mucize nasıl gerçekleşti Müdür Bey,” dedim.
“Mucizeyi yaratan Bengi'nin babası, ona sorun,” dedi.
Bengi'nin babası ikimize de gülümseyerek;
“Piyano eşimindi. Onu kaybettik. Kızım çalamıyor. Bengi, sizin piyanist olduğunuzu söyledi. Geçen hafta eve çok mutlu döndü. Müzik dersinizi çok sevmiş.
Zaten Müdür Bey'e ve bu güzel okula bir gönül borcum var. Kızım, eriyen kemiklerinin acısını burada çocukların arasında biraz olsun unutuyor. Ben de ölen eşimin piyanosunun buraya çok yakışacağını düşündüm.”
Gerçekten piyano hepimizi sevindirdi. Önce beş on öğrenciyi çalıştırıyordum. Yemeden, içmeden aralıksız çalışarak, bir anda üç öğrenci birden tek piyano üzerinde çalışıyordu. Kısa sürede küçük parçaları tek başlarına çalabilecek duruma geldiler. Bunlardan yalnız birinin evinde org vardı. Zamanla çalıştırdığım öğrenci sayısı otuza yükseldi. İstekli çok fazlaydı. Çarşamba günleri okul için bir müzik şöleni oluyordu. Salonun kapısını açık bırakmamı istediler. Ben de küçük resitaller vermeyi doğrusu zevkle sürdürüyordum. Bu kadar ilgi ve sevgiyi hangi konserde bulabilirim...
Çalışma salonumuz çok soğuk. Hademeler bana çay taşıyor durmadan. Ellerimizi bardağın sıcağında ısıtıyoruz. Soğuktan piyano etkileniyor. Bir öğrenci, boyundan büyük battaniyeyi sürükleyip getirince, gülmekten kırıldık. Ders bitince piyanoyu sarıyoruz. Soğuktan daha az etkileniyor. Derken ikinci mucize oldu. Bana çay taşımaktan yorgun düştüğünü saklayan kibar hademe, bir tüplü soba bulmuş. Tüpçüde çalışan kocası da patronundan dolu bir tüp istemiş bizim için...
En iyi piyano çalan öğrencimin, çöp toplayıp satarak yedi kişilik evini geçindiren babası Hasan Efendi, bir akşam salonu badana yapmış.
“Kireci de bizden olsun hocanım,” dedi.
Rutubet kokusu yerine mis gibi kireç kokusunun sevincinden elini öpecektim, kendimi tuttum. Bunu söyleyince Müdür Bey güldü:
“Aman hocanım, o senin yaşıtın, beş çocuklu baba olduğuna bakma sen. Bizim yaşlı velimiz yoktur,” deyiverdi.
İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Salonu güzelleştirme yarışı başladı. Kırık iskemle, masa, eski perdeler onarıldı, silindi, yıkandı. Duvarlara tiyatro, film afişlerinden gerçek süslemeler yapıldı. Marangoz bir veli, bir gün sessizce çerçevelerin ölçüsünü aldı. Kapanmayan demir çerçeveler gitti, satıldı. Yerine ahşap doğramalar geldi. Böylece salon daha çok ısındı, piyano ısındı, biz ısındık... Müdür Bey zili çaldırmasa, kapımıza gelip bize tatlı tatlı gülmese, hiç kimse acıkıp evine gitmeyecek.
Müdür Bey:
“Bu okulda her şey serbest, ama gidip evinizde uyuyun,” diyor.
Ben bu yarışmanın dışında kalabilir miyim? Hemen evden iki kutu beyaz boya getirdim. Kapaksız, metal dolabı çocuklarla boyadık. Notalık ve kitaplık yaptık, isimsiz bir hayranım bir gün dolaba şunu yazıp, asmış:
“Sağ ol hocam.”
Ben de altına şunu yazıp astım hemen:
“Dünyanın bütün servetleri bir araya gelse sevginin bedelini ödeyemez.”
Böylece güzel sözler yazma yarışmasını da başlatmış oldum. Sevgiler söze dökülüverdi. Müdür Bey, çarşamba günleri gelip salon kapısını eliyle açıyor, dersler müzik eşliğinde yapılıyor. Piyanomuzun, başarıyı yükseltmekte payının büyük olduğu söyleniyor. Bu nedenle yılsonunda bana plâket vermeyi düşünüyorlar... Gizli yazıcımız piyanomuzun üzerine "Bengi" yazmış. Piyanomuzun adı "Bengi" oldu böylece. Sonu olmayan, sonsuz olan anlamına geliyor. Bizim uğraşımızın da sonu olmasın. Sonsuz güzellikleri birlikte yaratalım.
"Doğayı koruyalım" adlı müzikli bir oyun hazırlamaya başladık. Her öğrenci, kâğıt, şişe, naylon kaplardan ritim aletleri yaptı. Anneler, gösteri kıyafetlerini çiçekli basma ve pazen parçalarından hazırladılar. Sigaraların parlak kâğıtlarından çocuklara taçlar örüldü. Babaların sigara tüketimiyle gösterimize katkıları olmuştur! Bengi'nin kucağına koyduğumuz kâğıtlarla, sürekli rüzgâr ve orman hışırtısı yapmasını istedik. Canla başla uğraşırken yanakları pembe pembe oluyordu. Dostlarımız, Bengi'nin yanaklarına bakıp, salon çok ısındı sanabilir.
Dekor için kumaş gerekiyordu. Bunu söylemem bekleniyormuş. Öğrenciler, evlerinden kalmış kumaş parçalarını getirdiler. Sararmış beyaz patiskaları birbirine ekledik. Öğle saatlerinde hizmetliye biraz nişasta pişirttim. Badanadan kalmış toz boyaları da getirttim. Kumaşımızı yere serdik. Masaları kenara çektik. Bir orman panosu hazırlamaya başladık. Elimde kocaman yağlıboya fırçaları, bazen küçük süpürgeler, önce nişasta kabına batırıyorum, sonra toz boyalara... Kumaşın üzerinde çamlar, ardıçlar, meşeler, çalılar... Ben de şaşırdım. İlk kez yapıyorum. Bir orman doğdu. Daha önce sadece seyretmiştim.
Şimdi benim seyircilerim hademeler, öğretmenler, öğrenciler... Haber çabuk yayıldı. Ertesi hafta, ellerinde yemekleri, börekleriyle bütün öğretmenler müzik salonumuza doldular... Resim öğretmeni fırçaları elimden aldı:
“Bu bizim işimiz. Nükte Hanım, siz önce bir şeyler yersiniz, sonra bize piyanoda güzel parçalar çalarsınız,” dedi.
Beden eğitimi öğretmeni, masaları yan yana dizerek bayan öğretmenlerin zengin bir sofra kurmasına yardımcı oldu. İşte bu haftadan sonra dekor bitinceye kadar öğle saatlerinde müzik salonunun işlevi değişiverdi. Yemek salonu, resim salonu, toplantı salonu oluverdi. Hep beraber getirilenleri yedik. Ben piyanoda en güzel parçaları coşku ile çalıyorum. Koro kendiliğinden oluşuyor. Seslerimiz sanayi sitesine doğru yayılıyor... Dekor yapımında çalışmayan öğretmen, öğrenci, hizmetli kalmadı. Müdür Bey çok mutlu:
“Nükte Hanım, diğer okullardan dekor teklifleri var. Sizin adınıza fiyat verebilir miyim? Sanayi bölgesine gelen şık arabalar, bu kaset ve plâklar yakında satışa çıkar mı,” diye soruyorlar!
Eşinin yaptığı kek ve börekleri bize taşırken bu şakalarla salonumuzu daha çok ısıtıyor. Salon, çarşambaların sıcaklığını bütün hafta koruyor. Öğretmenler, bana uğramadan derslerine gitmiyorlar. Okulun yüreği müzik salonunda atıyor. Onların bu sonsuz sevgisi de bizim heyecanımızı diri tutuyor, yaratma isteğimizi her geçen gün çoğaltıyor.
Öğrenci anneleri, ellerinde kostümler:
“Yakası olmuş mu hoca hanım, etekleri fırfırlı daha mı güzel olur acaba?” bahaneleriyle bizi görmeye geliyorlar. Gelince de gitmiyorlar. O günün konukanneleri oluyor, bu sıcak yürekli kadınlar. Bir tanesi de çok coşmuştu bir gün, bize türkü söyledi:
“Hocanım, canım çok istedi. Piyanoda sen çal, ben bir türkü söyleyeyim,” deyiverdi. Sesi de pek güzelmiş... Salon alkıştan yıkılıyordu...
Kültür merkezinde bir konser provasına götürdüm öğrencilerimi. Coşku, sevinç, mutluluk çocukların yüzünden çevreye yayılıyor. Provanın sonunda üç tanesi müzisyen, iki tanesi de orkestra şefi olmak istediğini bildirdi... Müdür Bey'in sevinci görülecek şeydi doğrusu. Elinde bir kutu lokum, öğrencilerin peşinden koşuyor, sarılıyor, öpüyor... Sonunda yanıma geldi:
“Nükte Hanım, seneye seni bizim okula alıyorum. Gösteri biletlerinden para kazanabilirsek salona tüplü bir gaz sobası daha almayı düşünüyorum.”
“Sağ ol, Müdür Bey. İstersen turneye çıkar, kazandığımız parayla çok amaçlı sahne bile yaptırabiliriz,” deyiverdim.