Depreme karşı her türlü önlemi almak için içimiz çırpınıyor mu? Evsiz, işsiz sokakta kalanlara, yakınlarını yitiren çocuklara, nasıl yardım edeceğimizi düşündüğünüzü biliyorum.Daha pek çok konuda yurttaşlık, kardeşlik görevlerimizi, içtenlikle nasıl yerine getirebiliriz, diye düşündüğünüzü de biliyorum.Bunları anımsatmak istiyorum şimdi okuyacağınız öykümle. 1999 “Körfez Depremi” Bandırma ve çevresinde çok güçlü hissedildi. Pek çok yaralı da hastanemize getirildi. Onlara yardımcı olacak kadın ve erkek gönüllüler arandığını belediye duyuruları ile öğrendik. Ben bu öykümü o günlerin gazete haberlerini okuyarak yazmıştım. Şimdi aynı acıları çaresizlik içinde televizyon yayınlarından izliyor çok üzülüyoruz…
Duygu, çadırdaki masaya basmaları, patiskaları yaydı. Üzerine dikiş kalıplarını yerleştirdi. Makası eline alıp ağır ağır kumaşları kesmeye başladı.
Başı çok ağrıyordu. Gözleri kızarmıştı. Kendini zorlayarak çalışıyordu. Çadırın içi soğuktu. Dışarıda kar vardı. Dün gece rüzgâr çok sert esmişti, çadırların pek çoğunu savurmuştu. Çıkan yangın güçlükle söndürüldü.
Duygu, başını kaldırıp çadırdaki kadınlara sevgiyle baktı. Hepsi ellerinde, dikişlere dalmışlardı. Hiç konuşmadan "Bücür Bez Bebekler'i” dikiyorlardı. Ellerinin bütün hünerini döküyor, yüreklerinin sevgisiyle süslüyorlardı. Altı kadın, altı hüzün, altı acı, altı sabır, altı bekleyiş, altı özleyiş, altı öfke, altı isyan, altı direniş...
Zehra,depremde üç çocuğunu kaybetmişti. Kocası her gün iş bulmak için kilometrelerce yürüyor, akşam olunca daha umutsuz, daha zayıflamış çadıra dönüyordu. Çocuklarının fotoğraflarını bile kurtaramamışlardı. Elektrik kontağından çıkan yangında apartmanın yıkıntısı da yanmıştı. Geride simsiyah bir yığınla, küller kalmıştı. Sanki daha önce hiç yaşamamışlardı. Zehra, hüzünlü bir şarkıyı durmadan tekrarlıyordu. "Âlemde felek zulmedecek bir bizi seçti...”
Hediye, çocuklarını balkondan aşağıya battaniyelere sarıp atmıştı. Kocasını çeke çeke yıkıntının altından kurtardı. Kirişlerden aşağıya korkarak, elleri sıyrılarak inmeyi başardı. Bulduğu merdivenle yaralı kocasını da kurtardı. Ondan sonra büyük bir gümbürtüyle dairesinin bulunduğu bölüm çöktü. Yıkıntıdan bir hırka bile kurtaramamıştı. Şimdi ne verirlerse onu giyiyor, onu yiyorlardı. Kocası Ali, hastaneden yeni çıktı. Ali'nin ayakkabıcı dükkânı da yıkılmıştı. Hediye, çadırda bezden bebek dikerken Ali, yardım kuyruklarına giriyordu. Çocukları çadırdaki okula götürüyor, sonra eve döndüklerinde onlara kitap okuyordu. Çocuklarının derslerini çalıştırırken kederlerini unutuyordu. "Kızım öğretmen, oğlum doktor olsun,” diye düşler kuruyordu. "Burada çadır yaşamında şimdi öğretmene, doktora ne çok ihtiyacımız var!"
Ali, Hediye gelmeden önce yemek kuyruğuna girip verilen yemekleri çadıra getiriyordu. Karısı, şimdi eve gelir getiren tek kişiydi. Bezden dikilen, yapma bebek satışlarından gelecek para, ellerine geçince çocuklarının istediklerini alabileceklerdi.
Duygu, ilk günler onlara bezden bebekleri nasıl dikeceklerini öğretmekte zorluk çekmişti. Yaşadıkları acının etkisinden kurtulup da kendilerini işlerine veremiyorlardı. Günlerce söyleşip ağlaştılar. Sonra yavaş yavaş anılar, yıkıntıların külleri gibi örtüldü. Mevsim sertleştikçe yaşam kavgası, günlük ihtiyaçlar, zorluklar onları yaşama bağladı. Giyecek bulmak, yiyecek bulmak, ısınmak, yorgan, battaniye, yastık, soba, çadır... İlâç, erzak, sabun, ah! Sabun ve su bulmak! Yıkanabilmek en köklü istekleri olmuştu!
Melike, altı kadının en yaşlısıydı. Ailesinden yedi kişiyi elleriyle mezarlarına gömmüştü. Sonra gözlerini sildi. Çevrede bu kadar acı çeken ve yaşayan insan varken Melike duramazdı. "Ben hemşireyim, yaralıların iğnelerini yaparım." dedi. Günlerce, elinde iğne her yere koştu. Yemek, içmek, uyumak hiç bilmediği şeylerdi. Yıkıntılardan perdeleri kopardı. Çevreden bulduğu örtüleri topladı. Tekel binasının yıkıntıları arasından girerek yaralılar için alkol buldu. Böylece ilk yardımı gerçekleştirdi. Sonra yaralılar, sedyelerle ambulanslarla hastanelere taşındı.
Vakıf, el işleri çadırını kurunca Melike, yıkıntıları dolaştı. Bir evin yıkıntıları arasında bulduğu dikiş makinesini bin bir zorlukla çıkardı, çadıra taşıdı. Makinenin başına oturdu:
“Haydi, Duygu sen kes, bana ver. Ben makinesini çekerim. Daha çok üretelim, daha çok dikelim. Çocuklara meyve, ilâç, ayakkabı, kitap, kalem alırız,” dedi.
Melike, yalnız kalınca gizli gizli ağlasa da hepsine kuvvet veren güçlü bir kadındı. Sabah çok erken yakınlarının mezarları başında görülse de koşarak dikiş makinesinin başına geçerdi. Türküye de başlardı. "Dağlar seni delik delik deleriiiim."
Muzaffer, içlerinde en genç olanıydı. Üniversiteyi yeni bitirmişti. Deprem günü İstanbul'da göz doktoruna gitmişti. On yaşındaki kız kardeşini de yanında götürmüştü. Döndükleri zaman evlerini bulamadılar. Bütün ailesi yıkıntının altında kalmıştı. Üç gün çekici araç beklediler, acılı sesleri dinleyerek. Hepsi çıkarıldı ama yaşamıyorlardı. Muzaffer, uzun süre hastanede tedavi gördü. Kız kardeşi, yaşıtlarıyla çadırdaki okula başlayınca biraz canlanmıştı.
Muzaffer, elindeki dikişleri dikerken birden ağlamaya başlıyordu. Bütün kadınlar işlerini bırakıyor, önce için için ağlarken sonra bağırarak, dövünerek ağlıyorlardı. Yoruluncaya kadar süren bu ağlaşma nöbetlerinden sonra işlerine sarılıyorlardı.
Melike, dikiş makinesini daha hızlı çalıştırıyor, makinenin sesi ağlamaları bastırsın istiyordu. Zamanla makinenin sesi, hepsini yaşama bağlayan coşkulu bir sese dönüştü. Melike yeniden türküye başlıyordu: "Ne ağlarsın benim zülfü siyahım, bu da gelir, bu da geçer, ağlama…"
Güler, ailesini hatırlamıyordu. Evini de bulamadı. Mahallesinden onu tanıyanlar, bulup bu iş çadırına getirdiler. "En iyi terziydi Güler, şimdi size arkadaş olsun,” dediler. “Bayramlarda elbiselerimizi o diksin isterdik. Bahçe içinde ne güzel evleri vardı. Annesi, çiçeklerle, sebzelerle doldurmuştu bahçeyi. Kuş sesleri bir onların bahçesinde kalmıştı. Yaz gelince dikiş makinesini bahçeye, ağaçların altına çıkarırdı Güler. Biz, tahta divanlara otururduk çiçek kokuları içindeki bahçede. O güzel evi yapı satıcılara verdiler, karşılığında katlar aldılar. İşte, şimdi demir, çimento yığını oldu. Güler, bütün sevdiklerini kaybetti. Ağabeyleri, yengeleri, annesi, babası, yeğenleri... Sayısını bilemiyoruz, kaç kişi?"
Güler, aniden çadırdan çıkar, çadırların arasında birilerini aramaya başlardı. Ailesinden isimleri tek tek sorarak dolaşırdı. "Annem burada mı?" en çok sorduğu soruydu. Sonra başka bir dünyadan döner gibi gelir, diktiği bücür bebeği kucağına alırdı. Hepsinin gözlerini, kaşlarını farklı farklı yapardı. Yakınlarının isimlerini koyar, Duygu'ya verirdi. Bebekleri kutulara yerleştirirlerdi.
Cemile, en son aralarına katılmıştı. Çok güleçti. Bir aylık bebeğini battaniyesiyle üçüncü katın penceresinden atarak kurtarmıştı. Yardıma gelenler, Cemile'yi dolabın altından çıkardılar. Kocası ve kayınvalidesi ölmüştü. Beton kirişin altında kalmışlardı. Üstüne yıkılan dolap, Cemile'yi nasıl olduysa korumuştu. Kapıya yakındı. Bağırışları duyulabildi.Yardım çabuk ulaştı. Hergün, sırtındaki Erengül Bebek'le iki kilometre yürüyüp, aşevinden sıcak yemek aldığını gören Melike, Cemile'yi dikiş çadırına getirdi. İplerden Erengül Bebek'e salıncak yaptılar.
Erengül Bebek, hepsinin yaşama sevinci oldu. Çadırdakilerin ortak bebekleriydi. Ne zaman ağlasa hepsi birden koşuyordu. Kucaktan kucağa dolaşan bebek, sevgi seline tutuluyordu. Üşümesin diye sırtlarından hırkalarını çıkarıp bebeğe örtüyorlardı. Bebek için içlerinden birisi her gün süt kuyruğuna giriyordu. Cemile'ye gözleri gibi bakıyorlardı. O, ne de olsa bu yoksullukta daha taze anaydı! Hepsi anneliği yaşadıkları için zorluğu biliyorlardı. Aman, Cemile'nin sütü kesilmesin!
Erengül Bebek, öyle güzeldi ki... Her geçen gün daha beyaz, daha topak olmaya başlamıştı. Kocaman siyah gözleri vardı. Tıpkı annesininkiler gibi... Kara kirpikleri, uyurken yanağının üzerine kıvır kıvır dökülüyordu. Karnı doyunca çığlıklar atarak gülüyordu. O an çadırın içinde bir sevinç rüzgârı esmeye başlıyordu. Daha çok ısınıyordu çadır, dışarıda kar olsa da...
Hepsi kazaklarını, yeleklerini söküp Erengül Bebek'e patik, başlık, yelek örüp getirmeye başladılar. Geceleri uykusu kaçan, bebeğe yeni bir şey örüyordu. Hazır bez kuyruklarında beklemek çok zordu. Sırayla her gün birisi bebeğin bezlerini yıkamaya başladı. Çadırın direklerindeki iplerde kuruyan sabun kokulu bebek çamaşırları, renkli, sevimli süsler oldu.
Duygu, o gün İstanbul'a iş aramaya gitmişti. Barış'ı da annesi yanında götürmesini istemişti. O gece İstanbul'daki teyzesinde kaldılar. Birkaç işyerine gitti Duygu. Başvuru dilekçesini alıyorlar ama “şimdilik size göre işimiz yok, biz sizi çağırırız,” diyorlardı. "Ne zaman bana göre işiniz olacak? Yirmi dört yaşındayım. Ne zaman çalışıp, para kazanacağım? Babam öğretmen, maaşıyla üç çocuğuna nasıl ve ne zamana kadar bakabilecek? Ben onlara yardım edemeyecek miyim? Beni ne umutlarla, ne beklentilerle okuttular, bilseniz!” Bunları hep içinden geçiriyordu…
Deprem gecesi Duygu ile kardeşi, İstanbul'da teyzesinin evinde, büyük bir gümbürtüyle uyandılar. Sarsıntı çok uzun sürdü. Ertesi gün depremin merkezinin kendi yaşadıkları yer olduğunu öğrenince çılgına döndüler. Telefonlar kilitlenmişti. Haber almak imkânsızdı. Araç bulmak çok zor oldu. Önce amcasının evine geldiler. Yıkıntıların arasında evi bulmak, tanımak mümkün değildi. Betonların altından acı dolu yardım isteyen sesler ve çevrelerinde çaresiz ağlaşanlar vardı. Herkes "Amcanlar, babanların yanındadır." diyordu. Duygu, umutlarını kaybetmeden evinin bulunduğu mahalleye geldi. Ne mahalle, ne sokak, ne de evlerini bulabildi. Hepsi demir ve beton yığınlarına dönmüştü. Belki yaşıyorlardır diye ağlayarak çevreden yardım istedi. Tam dört gün sonra çıkartabildiler. Doktor, annesi için "On onbeş saat önce yaşıyormuş," dedi. Duygu, yere yığılıverdi. Annesinin yüzüğünü, bileziğini Duygu'nun koluna taktılar. Barış'ı arkadaşları alıp götürdü...
Duygu kendini toparlayınca ailesinden kalanları almak için yıkıntıların arasında dolaştı. Babasının dört bin kitabından dört yüz kadarını kurtarabilmişti. Barış'ın ikiz kardeşi Savaş'ın basket topunu da... Fotoğraflardan çok azını bulabilmişti. Daha önce hiç yaşanmamış gibiydi... Yaşamları sanki yıkıntıların, acıların, açlıkların, pisliklerin, çöplüklerin arasında başlamıştı... Devam ediyordu…
Duygu, komşularının küçük çocuğunu, saatlerce konuşarak dördüncü katta oyalayabilmişti. Çocuk durmadan "Annemi isterim, babamı duymak istiyorum." diye bağırıyordu. Çekici araç gelince kurtarıldı ve Duygu küçük çocuğu bağrına bastı. Bulduğu suyu ekmeği ona verdi. Yağmurdan korumak için çevreden bulduğu naylonlarla, dolap kapaklarıyla küçük bir barınak yaptı. Daha sonra çocuğu amcasına teslim etti.
Duygu ilk gece ailesiz kalan çocukları da topladı. Melike'nin yardımıyla önce bir çadırda barındırdılar. Yiyecek bulmakta Melike daha başarılıydı. Yıkıntılara korkusuzca giriyor, taşıyabildiklerini alıyor, çocuklara getiriyordu. Sonra, yiyecek dağıtılan yardım kuyruklarına ikisi de girdiler. İlk hafta böyle bitti. Çevreden gelen sanatçı ve eğitimcilerin yardımıyla daha büyük çadırlarda oyun, müzik, resimle çocukların, acının etkisinden sıyrılmaları, yaşama dönmeleri sağlandı...
Yandaki çadırda yünlerden şal, eldiven, başlık örme işini Melike başlatmıştı. Örülen şallar, çeşitli derneklerin kermeslerinde, çaylarında, eğlence gecelerinde pazarlanıyordu. Bezden bebek dikme ve süsleme çalışmalarıyla işçadırı sayısı arttı. Süslenen bez bebekler turizm temsilcilikleri aracılığıyla yurt dışına satılıyordu. Özellikle Türk işçilerin yoğun olduğu bölgelere gönderiliyordu. Buralarda depreme uğramış kişilere karşı duyarlı insanlara ulaştırıldı ve satıldı.
Zamanla örme ve bebek dikme işleri için çok sayıda depremzede kadın çadırlara, başvurmaya başladı. Bu işlerden kazanılan paralar, yaralanmış gururlarına merhem oluyordu. İşe yaradıklarını, üretebildiklerini görmek sevinçle yüreklerini dolduruyordu. En önemlisi hiç farkında olmadan dertlerini konuşarak, paylaşarak azaltmışlardı. Şimdi üstesinden gelemeyecekleri hiçbir şey yoktu. Buna inanıyorlardı. Yürekleri ısınmaya, umutları filizlenmeye başlamıştı.
Aralarında dostluk, kardeşlik gibi içtenlikli bağlar kurulmuştu. Birbirlerini iyi tanıyor, birbirleri için özveride bulunuyorlardı. Dikişte, örgüde yaptıkları işbölümü, yaşamın diğer alanlarına da yansımıştı. Birisi çayı demliyor, diğeri servisi yapıyordu. Başka birisi sobayı yakıyor, külü alan, kömürü taşıyan başka birisi oluyordu. Erengül Bebek'in bakımına herkes gönüllüydü. Cemile gözbebekleriydi. Yemiyor, ona ve bebeğine yediriyorlardı. Erengül Bebek yürümeye başlayınca ona İstanbul'dan bir çift ortopedik ayakkabı almak için para biriktirmişlerdi. Duygu çok etkilendi. İstanbul'daki teyzesine mektup yazıp parayı yolladı. Teyzesi, üzerine para ekleyip en güzel ayakkabıyı aldı, getirdi.
Örgü çadırıyla dikiş çadırının ortak bebeğiydi Erengül Bebek. Elmalar Erengül'e getiriliyordu. Bisküviler Erengül'e yediriliyordu. Bir kutu süt Erengül'ün payı diye ayrılıyordu. Nefes aldıkları her an Erengül'ün daha iyi yaşaması için çözümler düşünülüyordu. Şalların saçaklarını birer santim kısa yaparak artan yünlerden renk renk bir hırka ördüler. Adını da "Umut Hırkası" koydular. “Geleceğimiz, Erengül'ün geleceği böyle gökkuşağı gibi renkli, güzel, sıcak olsun,” dediler.
Duygu'yu teyzesi İstanbul'a götürmek istedi:
“İş arıyordun Duygu. Sana iş buldum. Kardeşini de bizim eve yakın okula kaydettirelim. İnceledim, okul sağlam. Depremden hiç zarar görmemiş. Öğretmenle konuştum. Babanın arkadaşıymış. ‘Hemen getir Barış'ı, öğretmen arkadaşımızdan bize yadigârdır,' dedi.
Duygu hüzünle başını kaldırdı, gözleri doldu:
“Gidemem teyze. Burada bana çok gereksinme var. Ben, işimi buldum. Para kazanmak umurumda değil. Babam yaşasaydı, böyle yapmamı isterdi. Biz Melike ile bu insanlara güç veriyoruz.”
“Kardeşini düşün kızım. Geleceğinizi düşün Duygu!”
“Teyze, kardeşimi götür. Arkadaşlarının çoğu öldü. Çok üzülüyor. Çadırdaki okulda üşüyor. Bana her gün size gitmek istediğini söylüyor. Seni çok sever, bilirsin. İstanbul'a seni görmeye gelmeseydi, biliyorsun o da şimdi yaşamıyor olacaktı! Onu ve beni sen kurtardın teyze! Şimdi yine kurtar, al Barış'ı götür. Ben belki yaza gelirim... Burada bana gerek kalmadığını görünce...”
Cemile'nin babası hastaneden çıkınca kızını arayıp buldu. Koltuk değnekleriyle hâlâ zor yürüyordu. Birkaç ameliyat geçirmişti. Erengül'ü kucağına aldı. Kızına sarıldı.
“Cemile, köyde ninenin evi sağlammış. Akrabalar söyledi. Sen beni bekledin biliyorum. Onca zorlukları aşıp hastanede beni görmeye gelirdin. Hadi evimize gidelim kızım. Sen bize bakabildiğin kadar bakarsın. Ben de torunuma...”
Cemile, çadırlarda yüreğini bırakmıştı sanki. Arkadaşlarıyla ayrılmaları çok zor oldu. Erengül Bebek'ten iki patik, bir küçülmüş başlık kalmıştı geriye. Kadınlar, koklaya koklaya, elden ele dolaştırdılar. Günlerce gözyaşlarıyla ıslattılar...
Melike, iki gün sonra İstanbul'dan güzel bir haberle döndü:
“İşte size iki çuval malzeme getirdim. Bizden bu ay elli bebek, yüz şal istiyorlar. Satışlar çok güzel gidiyor...”
Çaylar demlendi. Son kömürle soba harlatıldı. Hüzün, sevince bıraktı yerini...
Duygu, Melike'nin çantasını aldı elinden, yavaşça sordu:
“Melike, emekli cüzdanına bakabilir miyim? Sen bu paraları nereden buldun? Kaç aydır, aylığını böyle getirip dağıttığını bilmediğimi mi sanıyorsun?”
Melike çantasını, Duygu'nun elinden çekip aldı:
“Duygu, ver o çantayı bana! Sakın kimseye bunları söyleme! Ben parayı ne yapacağım bundan sonra. Hepimiz canımızı ortaya koymuşuz. Bahara, yaza kaç kişi sağ, sağlam çıkabilir bu çadırlardan! Soğuk öldürmezse, acı öldürecek çoğunu... Duygu, biz seninle buranın gülüyüz, direğiyiz, canıyız. Çayını içmeye bak! Sen de annenin yüzüğünü, bileziklerini sattırmışsın teyzene!”
Duygu yüzünü elleri ile örttü:
“Ah, teyzem sır saklayamaz mı? Burada yüzükle bilezik mi takılır Melike?”
Melike Duygu'nun boynuna sarıldı:
“Eh, şimdi malzemelerin hangi parayla alınmış olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz ikimiz de. Babandan size maaş bağlanmasını sağladık teyzenle. Al, banka cüzdanını, yarın da sen git İstanbul'a. Kardeşine bot alırsın. Bize de elma portakal getir. Sen gelince kutlama yapalım.”
Duygu, Melike'ye sarıldı:
“Ah, Melike, kardeşimi çok özledim... Bu haber çok güzel…”
Melike usul usul türküye başladı:
"Şekerler ezeyim şirin dillereee/ Kâtip arzuhalim yaz yâre böyleeee..."