Sultançayır Köyü, Susurluk Çayı’na dökülen Sultançayır Deresi’nin çaya kavuştuğu yerdedir. Dutlar, kavaklar, erikler arasında kırmızı kiremitli, kerpiç duvarlı evleriyle küçük, şirin bir köy. Yazın her türlü meyvesi boldur buraların. Bu köyden Almanya’ya işçi olarak giden insanlar var. Hemen hepsi yazın aynı aylarda köye tatillerini geçirmeye gelir. Otomobilleriyle önce İstanbul’a iki günde ulaşırlar, üçüncü gün Susurluk’taki köylerine varırlar.
İşte bunlardan biri de Hatice’nin ailesiydi. Onlar köye geldiği zaman dutlar kurumaya yüz tutmuştu. Hatice’nin ninesinin bahçesinde bir karadut vardı. Bütün köy gelip ondan toplar, şişeyle şurup yapar da kışa saklardı. En değerli konuklara sulandırıp karadut şurubu sunarlardı. Kaysıların kokusu, tadı yurduna gelinceye kadar Hatice’nin burnunda tüterdi.
Hatice’nin dedesinin köyün güneyinde bağı vardı. Üzümler yeşil yaprakların arasında sarı kehribar gibi parlardı. Bir salkımı bir insan doyuran irilikteydi.
Vişnelerin şimdi tam zamanıydı. Ağaçlar kırmızı vişne dolu. Hatice’nin dedesi, yeni çubukları bağın çevresine her yıl diktiği için bağı vişne bahçesine çevirmişti.
Ninesi, torunları gelmeden önce reçelleri kaynatmıştı. Her yıl reçel kavanozlarını güneşe karşı sıralar, dizerdi, çatının kıyısına. Bir kayısı, bir vişne kavanozu güneşte parlıyordu. Koyu sarı ve bordo cam kavanozlar rafları süslüyordu.
Hatice’nin dedesi, çocukları gelince bağdan kestiği üzümleri küfelerle eve taşıdı. Ninesi ocağın üzerine kocaman bir kazan yerleştirdi. Annesi kuyudan çektiği sularla geniş tepsilerde üzümleri yıkadı, sonra ezdi. Üzüm sularını kazanda kaynattılar. Ocağın ateşine dedelerinin kestiği ağaç dallarını torunlar taşıdı. Gün boyu ninesiyle annesi pekmezi kaynatabilmek için çok yoruldular.
Soğuyan pekmezi ninesi cam kavanozlara doldurdu. Kavanozların ağızlarına beyaz tülbentten örtüler bağladı. Alt kattaki en serin odanın raflarına yerleştirdi.
Güneşleyen reçelleri de aynı raflara dizdi. Şimdi kış hazırlıklarının bir bölümü bitmişti.
Hatice, kiler kokusunu çok severdi. Duvarlarda asılı patiska torbalarda nane, kekik, ıhlamur, adaçayı gibi kokulu otlar olurdu. Küplerde bulgur, tarhana, erişte,kuskus saklanırdı. Mısır demetleri, sarı biberler, çiçek hevenkleri gibi rafların kenarlarını süslerdi. Elma, vişne, dut kuruları torbalarla asılırdı. Kurutulmuş patlıcan, bamya dizilerini ninesi öyle düzenle asar ki bunlar rafların kolyeleri olurdu.
Hatice kiler kapısından girince buz gibi serin havayla karşılaşırdı önce. Sonra turşuların o güzelim sarımsaklı kereviz kokusuyla... Bu kokular insana pilavları, çorbaları, kış yemeklerini çağrıştırır, acıkma duygusunu körüklerdi. Ninesi hamur yoğurmak için un, yumurta ya da kuru soğan, patates getirsin diye sık sık kilere yollardı Hatice’yi. Hatice kilerden üst kata çıkınca acıkma duygusuyla sayıp dökerdi isteklerini:
“Nine, erişte pişirsene! Kuru biber kızartalım. Bize gözleme yap... Turşu da çıkarıp getireyim mi?”
* * *
Hatice ve ailesinin izin günleri bitti. Bugün son günleriydi. Bütün aile dere kenarında balık tutup kır yemeği yemeye karar verdi. Hatice’nin avcı olan küçük amcası, “belki keklik, bıldırcın avlarım, dere kenarında yeriz,” diye onlardan önce kırlara koştu.
Ninesi taze sütlerden peynir mayalamıştı. Tavada ezdi. Yağını çıkardı. Un, irmik, şeker koydu. Mis gibi höşmerim kokusu avluya yayıldı. Annesi de zeytinyağlı biber dolması hazırladı.
Hatice’nin dedesi bütün hazırlananları at arabasına yerleştirdi. Torunlarını da...
Dere kenarına gelince, atı arabadan çözdü. Onu taze otların bulunduğu kum tepeciklerinin yanındaki bir ağaca uzun urganla bağladı:
“Şimdi ziyafete kondun Doru kız, yiyebildiğin kadar ye! Derenin taze otları senin bugün,” dedi.
Çınarların gölgesine kilimleri serdiler. Üzerine sofrayı hazırladılar. Dedesi, babası, amcalar, akşamdan atılmış ağları çektiler. Dedesi, ağın içindeki balıkları alıp,su yılanlarını yeniden suya attı. Ağdan kurtulan bir yengeç, yan yan taşlara doğru kaçtı. Balıklar pınarın temiz suyunda ayıklanıp, yıkandı.
Tavada kızaran balıkların kokusu bütün dereye yayılırken çok acıktıklarını anladılar. Dolmalar, salatalar, balıklar ve av etleriyle iyice doydular. Pınarın billur suyundan bir bardak içen “acıktım” diye sofraya yeniden oturuyordu. En sonunda höşmerim tepsisi ortaya kondu. Taze peynirin mis kokusuyla höşmerimin tadı damaklarına yayılınca, “Bir daha böyle güzelini ne zaman yiyebileceğiz? Bir yıl sonra yine yaz iznine gelebilirsek,” diye düşündü Hatice’nin ailesi. Ninesiyle dedesi, torunlara sarılıp, onlara elleriyle höşmerim yedirdikçe; “Gelecek yaza kadar yaşayabilecek miyiz? Bir daha bu güzel yavruları görebilecek miyiz,” diye içlerini çekiyorlardı.
Çevredeki bülbül sesleri, keklik seslerine karışıyordu. Karşıki kavaklıkta yüzlerce serçe düğün yapıyordu. Ninesi hep böyle söylerdi. Yaprakların arasından onlarca serçe havalanıyor, onlarcası da kavakların tepesine konuyordu. Bir cıvıltı, bir cıvıltı... Kuş sesi, derenin sesi, kavakların hışırtısı, söğütlerin dalgalanışı, hepsinin içine bir dinginlik, durgunluk veriyordu. Karşı tepeler meşelerle bezeliydi. Çayırlarda koyun sürüleri beyaz bulutlar gibi
durmadan yer değiştiriyorlardı. Dağların arasından yükselen bulutlar, önce güneşin önünü kapattı, sonra çevre grileşmeye başladı. Karşı tepelere bulutun ağdığını, tül gibi yağmurun yağdığını gördüler. Havaya mis gibi yağmur ve toprak kokusu yayıldı.
Bulutlar sıyrıldı. Güneş yüzünü gösterdi. Gökkuşağı çıktı.
Dedesi:
“Yağmur şimdi buralara da gelir. Yaz yağmuru bu. Bizim eve gitme zamanımız geldi,” dedi.
Atın keyfi yerindeydi. Taze ot yemekten karnı şişmişti. Eşyalar arabaya yerleştirildi. Hatice ve annesi köyün içinden son kez yürüyerek geçmek istedi. Dedesi kamçıyı, küçük torunların eline verdi. Hepsi birer arabacı kesildi. Hatice köyün sokaklarında yürürken arkadaşlarına hüzünle baktı. Koşup boynuna sarıldılar.
Ağlayanlar oldu. Mektuplaşmaya söz verip adresler alındı. Kırlarda birlikte koşmuşlardı... Kuzularını çayırda otlatmışlardı... Çalılıkdan
böğürtlen yemişlerdi... Çimenlere yatıp kuş sesleri dinlemişlerdi... Bulutları seyretmişlerdi... Top oynadığı, ip atladığı sokaklardan ayrılmak Hatice’ye çok zor geliyordu... Bunca sevgiyi arkasında bırakıp gitmek, bunca güzel insanı arkasında bırakmak ve özleyince görüşememek, bunlar Hatice’yi hüzünlendirdi.
* * *
Hatice lisede çok başarılıydı. Almanca’yı çok iyi konuşuyor. Öğretmenleri, iyi yetişmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hatice’nin babası kızının öğretmeniyle görüşmeye gidince, öğretmen:
“Hatice’nin arkadaşlarıyla uyumu, sevecenliği, çalışkanlığı, terbiyesi övülmeye değer. Hatice en iyi öğrencimdir. Size teşekkür ederim Hasan Bey,” dedi.
Hatice’nin babası bu sözleri günlerce yineledi durdu. Kızlarının başarısının, beğenilme sevinci annesini de babasını da çok mutlu etmişti. Babası:
“Kızımı Türkiye’den getirirken kararsızdık. İyi mi ediyoruz, kötü mü ediyoruz, ninesine mi bıraksak diye annesiyle tartışıp düşünmüştük. Kızım Almanca konuşuyor, okuyor, yazıyor. Öğretmeni, arkadaşları davranışlarından çok memnun olduklarını söylediler. Aferin kızım! Göster herkese terbiyemizi, görgümüzü,” diyordu.
Babası bunları söylerken gözleri parlıyor, yüzü ışıldıyordu. Işıklı kara gözlerini hepsinin üzerinde öyle bir gezdiriyordu ki, görenler sevgiden üzerlerine çadır kuruyor sanırdı. Çocuklarının isteklerinin en güzelini alıyordu.
Hatice’nin babası her hafta sonu, yorgunluğunu da unutup çocuklarına çevreyi gezdirip tanıtıyordu. Komşu illeri, ilçeleri gezdiriyordu. Hayvanat bahçeleri, müzeler, şatolar, kiliseler... Eskiden kiliselere girmeye çekinirlerdi. Şimdi “Onlar da müze!” deyip, cesaretle giriyorlardı. Görülmeye değer ne varsa ailece geziyorlardı. Gördüğü her levhayı, her yazıyı Hatice’ye okutup, Türkçeye çevirtiyordu. Hatice, elinde sözlükle geziyordu. Hatice’nin kardeşlerine Türkçe öğretmesi, en köklü dileğiydi babasının. Her zaman şunu söylüyordu:
“Hatice, Türkçeyi unutmayın kızım. Kardeşlerine bildiklerini öğret! Onların öğretmeni sensin.”
Hatice, okul gezilerinin tümüne katılıyordu. Babası sonsuz destek veriyordu bu konuda kızına. Arkadaşlarının yaş günlerine katılıyor, okuldan çıkınca yine arkadaşlarıyla kafelere gidebiliyordu. Konserlere, maçlara, parklarda koşu ya da ormanda yürüyüşe katılabiliyordu. Günler Hatice’yle ailesi için umut dolu ve renkli geçiyordu.
Hatice’nin Türkiye’deki arkadaşlarından, içinde kurumuş karanfil, papatya, menekşe dolu mektuplar geliyordu. Hatice’nin yazın çektiği fotoğraflar da
Almanya’dan küçük armağanlarla, kartpostallarla köye gönderiliyordu. Hatice, ninesini, dedesini, akrabalarını bu mektuplarla öğreniyordu. Ninesi ve dedesi okuma yazma bilmedikleri için mektup yazamıyorlardı.
Günler böyle güzel geçerken sokaklarda, duvarlara yazılmış “Türkleri istemiyoruz” yazıları görmeye başladılar. Televizyonda Türklere yapılan saldırıları, acı olayları izlemeye katlanamaz olmuşlardı. Ürkmeye, her şeye korkuyla bakmaya başladılar. Hatice’nin ailesi her geçen gün daha tedirgin oluyordu.
İşte böyle günlerden birinde Hatice okula gitti. Sınıfa girdi. Her zaman oturduğu sandalyesini bulamadı. Arkadaşlarına sordu. Hiç dostça olmayan bakışlar ve cevaplar aldı. Hatice ilk kez böyle kötü bir davranışla karşılaşıyordu. Üzüldü, sarsıldı, şaşırdı. Hiçbir anlam veremedi. Uzunca bir süre ayakta bekledi. Yoruldu.
Kimse Hatice’yle ilgilenmedi. Sınıfta alaycı sözler, gürültü, karışıklık sürerken öğretmen içeriye girdi. Hatice’yi ayakta görünce, neden oturmadığını, sınıfta neden karışıklık olduğunu sordu. Hatice:
“Arkadaşlarım bu konuda bana hiç yardımcı olmadı. Benimle alay ettiler. Beni aşağılayıp incittiler,” dedi.
Öğretmen:
“Hatice’nin sandalyesini bulun! Neden böyle davrandığınızı da bana açıklayın,” deyince öğretmene verilen cevap daha da incitici ve yaralayıcıydı:
“O, bir Türk! Onları istemiyoruz! Siz Almansınız, nasıl onun tarafını tutarsınız öğretmenim?”
Öğretmen:
“Hemen dersimize başlıyorum. Hiç kimsenin, hiçbir nedenle Hatice’yi ayakta bırakmaya hakkı yok,” diye kesin tavır koymasıyla sandalyesi getirildi ve Hatice yerine oturdu.
Hatice’nin gözyaşları içine akmıştı. Düne kadar birlikte gezdiği, güldüğü, eğlendiği arkadaşları neden şimdi onu dışlamıştı? Hatice’nin Türk olduğunu hep biliyorlardı. Sanki ilk kez öğrenmiş gibi hor bakmalarını anlamak mümkün değildi!
Hatice’nin içindeki sıkıntı bütün gün sürdü. Akşamüstü ayaklarını sürükleyerek Zehra Teyze’nin dükkânına gitti. Onlar da Sultançayır Köyü’ndendi. Hatice’nin ailesiyle beraber Almanya’ya aynı yıl gelmişlerdi. Onların başarılı iki oğlu vardı.
Zehra Teyze:
“Hatice, neyin var? Sıkıntılı görünüyorsun.”
“Zehra Teyze, biz neden geldik buraya?
“Anlamadım Hatice. Nereye, neden geldik?”
“Almanya’ya neden geldik? Bizim cennet gibi köyümüz var. Dedem, ninem, sevdiklerim...”
“Ha, anladım. Köyümüz cennet gibi ama toprak az. Dedene yetecek kadar.
Babana yok! Almanya işçi istiyor dediler, hepimiz umutlarımızı taşıyıp geldik. Bizimki büyük cesaret, kahramanlıktı! Ben de senin gibi köyümü özledikçe, ‘Neden geldik biz,’ diye kendime soruyorum.”
“Özledim özlemesine ama benim sormamın nedeni başka. O zaman isteyenler, neden şimdi bizi istemiyorlar? Bunu öğrenmeye çalışıyorum.”
“Neden olacak kızım, ekmeğin paylaşılmasından. Kıymet bilme duygusunun yokluğundan. İnsanlar arasındaki kardeşlik duygularını yok ederek çıkar sağlamak isteyenler yüzünden.”
“Zehra Teyze, arkadaşlarımla eskisi gibi olur mu ilişkilerim? Yine bana iyi davranırlar mı? Böyle sürerse dayanamam gibi geliyor bana!”
“Dayanırsın Hatice! Sen hep aynı olmaya devam et kızım. Kusur işleyen bir gün yaptığından utanır! Sana turşu koydum. Annene götür. Hatice, hava kararmadan evine ulaşman da iyi olur.”
Zehra, Hatice’ye sarıldı, yanaklarından öptü. Hatice’nin yüzü güldü.
Kaygılarından sıyrıldı. Kendini iyi hissetmeye başladı. Annesiyle babasının üzülmesini istemiyordu. Onlara söylemek zor olacaktı. Dayanmaya karar verdi.
Omuzlarını kaldırdı, başını dik tuttu. Adımlarını kararlı atmaya başladı.
Zehra’nın verdiği turşu torbası, Hatice’yi memlekete götürdü. Ne zaman üzülse memleketteki sevdikleri aklına gelir, gücünü tazelerdi bu köklü duygular.
Zehra çok hünerliydi. Yaptığı pek çok ürünü dükkânında satardı. En çok beğenilenler turşusu, böreği, sarmalarıydı. Türkler de Almanlar da zamanla bu ürünlerin alıcısı oldu. Zaman zaman gözleme günleri, mantı günleri bile yaptı.
Dükkânın önünden geçenler, mantı ve gözleme yazısını arar oldu camlarda. Yazıyı görünce yüzleri güler, ancak bu günlerde içerde yer bulmak zorlaşırdı.
Hatice elindeki turşu torbasına baktıkça ninesinin kilerini anımsadı. Ninesinin güzel turşuları burnunda tütüyordu. Kilerdeki turşu küplerinde küçük kelekler, küçük karpuzlardan bile tuz, sirke, sarmısaklı suyla kurulmuş ne güzel turşular olurdu.
Ninesi turşuyu kurarken küplerin ağzına asma yapraklarını, korukları bastırır, sonra tahta kapakları tülbentle bağlardı. Patlıcan, biber, salatalık, havuç, fasulye turşuları çok lezzetli olurdu. Hatice kilere her inişinde turşu kokusunu içine çekerdi.
Hatice, “Dutlar yapraklandı mı acaba köyde?” diye geçirdi içinden. Ninesi ipek böceği besliyordur şimdi. Dedesi her gün taze dut yapraklarını getirir bağdan. Ninesi yaprakları yıkar, incecik kıyar, ipek böceklerine verir. Böcekler biraz büyüyünce, bu kez dut dallarını böceklerin bulunduğu odaya yerleştirir. Onlar da dalların üzerinde kozalarını örmeye başlar. İpek böceği bakmak da zor, ipek böceğinin kozayı örmesi de… Dünyanın en zarif kumaşının dokunacağı ipeğin meydana gelmesi için, böceğin günlerce kozayı örmesi gerekir. Sonra da kendisi kozanın içinde kalır. İpeği alabilmek
için kozalar fabrikada sıcak sularla dolu kazanlara atılır. Böceğin kozasının içinde ölmesi gerekir.
İpek böceğinin kozayı örerken sabrı... Ninesinin, dedesinin ipek böceği beslerken gösterdiği sabrı ve direnci... Şimdi de Hatice’nin gurbet ellerde karşılaştığı horlamaya karşı sabrı, direnci...
* * *
Hatice’nin sandalyesinin saklandığı günün üzerinden bir hafta geçmişti.
Öğretmen, elinde bir film kasetiyle sınıfa girdi. Öğrencilerine hiçbir açıklama yapmadı, filmi videoya takıp göstermeye başladı.
Filmde Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılmış, bombalanmış kentleri, fabrikaları, bakımsız tarım alanları, kirli caddeler, toplanmamış ürünler, kapanmış işyerleri bir bir gösteriliyordu. Daha sonra Almanya diğer ülkelerden işçi almaya başlıyor. İlk gelen işçi kafilelerini Almanlar istasyonlarda çiçeklerle, törenlerle karşılıyorlar. Kardeşlik, konukseverlik duygularıyla Türkler, işçi konutlarına yerleştiriliyor.
Daha sonra caddeleri temizleyen Türkler... Meyve bahçelerinde çalışan Türkler... Tüm çiftlikler bakımlı duruma gelmiş, fabrikalar tertemiz ve üretime
geçmiş... Yıkıntıları kaldıran Türkler, yeni binaları yapan Türkler, okulları, kiliseleri onaran Türkler gösteriliyor filmde. Fabrikalarda, kafelerde Almanlarla Türkler ve diğer misafir işçiler, neşe içinde yemek yiyor, içki içiyor, dans ediyor, eğleniyorlardı.
Filmin devamında Türklerin dil kurslarında Almanca öğrendikleri, sosyal yaşama uyum sağladıkları gösteriliyor. Çocukları okullara gidiyor, çalıştıkları iş
kollarında verimin artmasını sağlıyorlar. Almanya’ya gelen misafir işçiler arasında en uyumlu olan Türkler.
Film bitince sınıfta tam bir sessizlik oldu. Öğretmen görevini yapmıştı! Hiçbir yorum yapmadı. Yansız bir tutumla bekledi. Derken coşkulu bir alkış sesiyle Hatice’ye çevrildi tüm bakışlar. Hepsi gülerek bakıyordu. Hatice de onlara sevgiyle baktı.
Yüreğindeki buzlar erimişti. İçi ısındı. Eski coşkusuna kavuştu birden, bütün arkadaşlarını Zehra’nın kafesine davet etti.
O gün gözleme günüydü. Zehra kapıdan arkadaşlarıyla giren Hatice’yi görünce, ışıklı kara gözleriyle, “Başardın” dercesine göz kırptı. En tatlı sözleriyle, aydınlık gülüşleriyle zengin bir masa donattı. Yediler, içtiler, gülüştüler, söyleştiler...
Geziler düşlediler...
hatice her hafta okuldaki duvar gazetesine Türkiye’deki köyünü, insanlarını anlatan yazılar yazıyor, fotoğraflar asıyordu. Okuyanlar, çevresinde toplanıp, sorular soruyor, Hatice durmadan coşkuyla anlatıyordu.
Arkadaşları:
“Hatice, sen ne çok zenginliğe sahipmişsin, memleketinde” dediler.
Hatice, günden güne yüreğinin büyüdüğünü duyumsadı. Yüreğinin yarısında Türkiye’deki köyü, yarısında yaşadığı Almanya ve arkadaşları vardı. Sevgisinin anlattıkça, yazdıkça çoğaldığını, büyüdüğünü hissediyordu. Öyle anlar oluyordu ki bu hoşluktan kendisini uçacak gibi duyumsuyordu.