(Değerli okurlarım, 6 Şubat gecesi başlayan on kentimizi, insanlarımızı ve tüm halkımızı acılar içinde bırakan depremde kaybettiklerimize, ailelerine, kıymetli anılarına bu yazımı saygı ile gönderiyorum.)
Depremin üçüncü günü gelip geçene bir ana yaşlı gözlerle seslendi:
“Çocuklarımı çıkart… Çocuklarımı çıkart… Bu çukurda, karın altında dondular. Çocuklarımı çıkart göçükten,” diye ağlayarak yalvarıyordu.
Soğuktan çeneleri birbirine vuran kadın, hem titriyor hem her gelip geçenden yardım istiyordu. Soğuk, tüm kazazedeler gibi bu iki anayı da canından bezdirmişti. Artçı depremler, yüzünden yıkıntılardan uzak duran insanlar, evlerinin son görüntülerine çok üzülerek bakıyorlardı. Tuvalete girilmiyor, daha önce cesaretle evlerine girenler artçı depremlerden kurtulamadılar. Gerekli ihtiyaçlarını alamadılar. Su bulamadılar… Kuyular çökmüş, sular çamurlu…
Save'nin çocukları, 6 Şubat günü şiddetle sarsılan Elbistan'daki depremde göçük altından, günler sonra çıkarıldılar ve gömüldüler. Cansız bedenleri çıkarılan Hatice ve Günay, üniversite öğrencisiydi. Hatice öğretmen, Günay avukat olmak istiyordu. Onları, köy İlkokulu'nda, aralarında bir yaş farkı görmeyip ikiz diye kaydetmişlerdi. Hep ikiz gibi el ele geçti öğrencilikleri… Kısa süren ömürleri de el ele geçti, ölüme giderken bile…
Anneleri Save'nin feryadı, duyulup erken kurtarılsalardı, şimdi yaşıyor olacaklardı. Çevresindeki gazetecilere; Save gözlerinin yaşlarını silerken şunları söylüyordu:
“Eşim iki sene önce iş kazasında öldü. Çocuklarım depremde göçük altında kaldı. Şimdi mezarları karşıdaki tepede. İki evladımı ellerimle gömdüm, kara topraklara. Çocuklarım gitti, ben kimsesiz kaldım. Ne anne ne babam var, ne de kimsem kaldı! Her gün mezarlarına gidip onlarla konuşuyorum, kimsesizliğimi onlara anlatıyorum. Çok acı çekiyorum… Onları göçükten çıkaracak gücüm kalmamıştı… Şimdi öksüz kaldım.”
İki kadın, iki kimsesizlik, zaman sanki 6 Şubat'ta durmuştu onlar için… Acıları hiç eksilmemiş, depremin üzerinden 6 ay geçmiş, acıların üstesinden nasıl geliyorlardı? Save anlatırken, Tamey ağlamayı sürdürüyordu:
“Günay ile Hatice birbirlerinden hiç ayrılmazdı. Deprem olurken çocuklarım, el ele tutuşmuşlardı, gözümün önünde, kapıya birlikte koştular. Çıktılar, kurtuldular sandım… Göçükten akşam çıkarıldım… Uyandığımda karanlıktı… Bağırdım, çağırdım, çocuklarıma seslendim. Sanki yer yarılmış, herkes içine girmişti.”
Save, anlatmayı sürdürüyordu:
“Canlı çıktılar zannettim. Onları ilk görüşüm köydeki evimin balkonunda oldu. Yavrularımın cansız bedenlerini, yere yatırmışlardı. Şimdi, o balkondan durmadan çocuklarıma bakıyorum. Mezarları tam şu karşıda. Her gün gidiyorum. Yüzümdeki yaralarım, hep mezar başındaki bayılmalarımdan, taşlara çarpmaktan oldu. Yüzümü taşlar yoldu. Komşular, benim düştüğümü görürlerse alıp evime getiriyorlar. Ben, neler yaşadığımın ayırdında mıyım, bilmiyorum! Ben nasıl canlı çıktıysam çocuklarım da canlı çıkabilirdi. Kimse yoktu, bana yardım edecek…” Save, yaşadığı acıyı böyle dile getiriyordu.
Tamey ise ailesindeki on kişiyi kaybetmişti. Anne, baba, erkek kardeşi, kardeşinin eşi, onun çocukları, kız kardeşi, onun çocukları:
“Hangisine ağlayayım. Birine ağlasam diğerinin acısı eksik kalıyor.”
Sanki zaman onlar için 6 Şubatta durmuş! Depremden bu yana 6 ay geçti. Peki, acılarının üstesinden nasıl geliyorlar?
Hatice ile Günay'ın son dönemlerine ait bir fotoğrafları bile yok! Save annenin elinde, çocuklarının fotoğrafları yok! Çünkü yaşanmış her şey göçük altında kalmış! Save anne, çocuklarının fotoğrafları olsaydı severdi, öperdi, konuşurdu, onlara çektiği acılarını anlatırdı…
“Hiç yaşanmamışa döndü zaman… Yavrularımın yüzü nasıldı? Saçı nasıldı? Zamanla unutursam yüzlerini çocuklarımın?” Bunları söylerken Save'nin gözyaşları, sele dönmüştü…
Ailesinden on kişiyi kaybeden Tamey gözü yaşlı, şunları anlatıyordu:
“Kardeşim Aydoğan'ın, üçüz çocukları vardı. Kız kardeşimin iki çocuğu. Annem, babam hadi yaşadı diyelim, ya bu küçük çocuklar? Onlar hiç yaşamadan öldüler… Şimdi mezarlarına gidiyorum. Dizi dizi mezarlar… Birinin mezar taşını öpsem, diğerinin acısını yaşamıyormuşum gibi geliyor bana! Kimsesiz kaldılar, biz de kimsesiz kaldık buralarda! Biz de mezardayız aslında, artık yaşamıyoruz!”