Akşam yemeğini, çıtır çıtır yanan sobanın yanında yer sofrasında yedik. Yere serili kareli örtü kaldırılmadı. Genelde her akşam böyle yapılırdı. Babam bisikletini
getirdi. Getirmeden önce annemin verdiği bezle lastiklerin çamurları silindi. Tamir kutusu da getirildi. Şimdi her şey tamamdı. Radyoda şarkılar bulundu. Sobaya iki
odun daha atıldı. Gaz lambasının ışığı biraz daha açıldı.
Önce dış lâstikler söküldü, özenle. Sonra patlak iç lâstikler çıkarıldı. Biz üç kardeş, babamın tam karşısında iyi görebilmek için, kıpırdamadan, elinin her
hareketini ezberlemek istermiş gibi gözlüyoruz. Babam bundan çok memnun ama aldırmaz görünüyor. Bu akşam masal anlatmak yok... Babamızın işine gidip geldiği
bisiklet tamir edilecek. Yaptığı işi daha önemsetmek için kaşlarını indirip kaldırıyor.
Alnı çizgi çizgi kırışıyor. Böylece bir kat daha ciddî görünüyor. Sıcak sobanın yanında olmaktan mı, yoksa işinin zorluğundan mı, bilinmez; kıvırcık siyah saçlarından terler yanaklarına, çenesine, boynuna akıyor. En küçük kardeşim hemen arkasından geçip, terlerini mendille siliyor.
“Sağ ol oğlum, diyor babam. Kardeşim mutlu, bir adım daha yaklaşıyor tamir kutusuna. Başlıyor yavaş yavaş babamın istediklerini vermeye.”
Tamir işi iyi gidiyorsa babam, radyodaki şarkılara kalın sesiyle katılıyor. Sonra anneme sesleniyor:
“Yap hanım, benim orta şekerli kahvemi.”
Anneanneme takılıyor biraz da:
“İçeriz değil mi valide hanım?”
Annem, örgüsünü ya da dikişini sepetine koyup, gülerek kalkıyor. Kahve sepeti sobanın yanına geliyor. Cam kavanozlardan kahve ve şeker cezveye
konuyor. Sobanın açık kapağından içerdeki korlara uzatılıyor. Pişen kahvenin kokusu odaya yayılıyor. Babama orta şekerli, anneanneme sade kahve ayrı ayrı
pişirilip tepside getiriliyor.
Şimdi lâstiklerin tamir işi bitmiştir. Sıra yerine takılıp şişirilmesinde. Bu biraz zor ve zaman alıyor. Pompayı, bütün çocuklar yoruluncaya kadar pompalıyor. Bisiklet el
birliğiyle ertesi sabaha hazırlanıyor. Hepimiz yataklarımıza yatıp, babamın yarın bize neler getireceğini düşünürken uyuyakalıyoruz.
Ertesi sabah odamızın kapısını zor açıyoruz. Gece yağan kar oda kapılarına kadar sürmüş. Kürekle yola doğru küreye küreye bir geçit açıyor babam. Köylülerle
birlikte asfalta kadar köy yolu da açılıyor. Ayşebacı Köyü ile Balıkesir arası yedi kilometre. Yoldan geçen kamyonlara binmeyi düşünüyor babam. Yün başlığını,
paltosunu giymiş. Pantolon paçalarını da kalın çoraplarının içine sokmuş. İşine gitmeye hazır. Biz, hepimiz isteklerimizi sayıp döküyoruz. İster sorulsun, ister
sorulmasın.
“Simit getir, baba.”
“Halkalı şeker getir, baba.”
“Boyalı kalemler, resim defteri isterim ben de.”
Babam gülüyor. Hepimizi öpüyor.
“Size bu akşam bol bol kar getiririm çocuklar, diyor”.
Bisikletine binemiyor. Hatta yanına bile alamıyor. Yoldan geçen kamyonlardan birine biniyor. Çünkü kar yağışı sürüyor. Açılan yollar hemen kapanıyor. Bisikletle
gidilecek hava değil.
Akşama kadar odamızın küçük penceresinden başlarımız birbirine çarpa çarpa yol gözlüyoruz. Biz babamdan çok, istediklerimizin getirilmesini düşlüyoruz.
Çünkü tamir akşamlarında babam, yardım etmemizi ister, hem de istediklerimizi getirip bizi ertesi gün ödüllendirir.
* * *
Hava karardıktan sonra dışarısını göremez olduk. Babam o akşam çok geç geldi. Üstü başı kar içinde kapıdan girdi.
-İşte size canlı kardan adam.
Paltosunun düğmelerini açıp, kazağının eteğini kaldırınca, iki küçük serçe, ayağı yaralı bir keklik odaya salıverildi. Soğuktan donmuş kuşları babam yolda
toplamış. Kazağının içinde gelinceye kadar ısınmışlar. Serçeler odanın her tarafında uçmaya başladılar. Biz hangi tarafa koşacağımızı şaşırdık. Sevinç çığlıkları atıyoruz.
Kuşları tutmak için kardeşlerimle yarışıyoruz. Babam şeker, simit, kalem ve defter de getirmişti. Hepsi de çok güzeldi. Ama yaralı kekliği görünce, her şeyi unuttuk.
Önce kekliğin ayağı sargılarla sarıldı. Doğrusu annemle babam pek hünerliymiş. Sonra, babam tavan arasındaki kafesi indirdi. Yem, su konuldu. Kuşlar
evimizin en seçkin konukları oldular.
Karlar erimeye başladı. Yaralı keklik artık iyileşiyordu. Serçeler bol yeme kavuşmaktan mutlu. Kardeşim, kuşlarımızın resimlerini yapıyor. Okulda
arkadaşlarımıza gösterip, övünüyoruz. Babamızın, yoldan donmuş kuşları toplayıp kazağının içinde ısıtmasını, durmadan herkese anlatıyoruz. Babamın güzel
masallarından sonra, bir yanını daha keşfediyoruz. Şimdi o, kuşların yaman kışta koruyucusu, kurtarıcısı oluyor gözümüzde.
Yine bazı geceler bisiklet tekerleği onarım işi yapılıyor. Hatta eskiye oranla bu tamir sıklaştı. Yollar açıldı. Babam bisikletle işine gidip geliyor. Artık bisiklet çok eskidi.
Bu yüzden sık onarım yapılıyor. Uzayan onarımlarda babam eskisi gibi neşeli ve şakacı değil. Canı çok sıkılıyor. Bize yine masallar anlatıyor. En çok, kahramanları
hayvan olan masallar bunlar. İyilik, yardım üzerine dersler çıkarıyoruz sonunda. Bunu hiç kaçırmıyor babam. Vurgulamadan bir yeni masala geçmiyor. Anneme,
anneanneme yine takılıyor. Bu sefer yeni bir bisiklet alma konusunda hayallerine onları da ortak ediyor. Yeni bir bisiklet alırsa, her gece tamir edilmeyecek. Odamızın
içine aldığımız zaman ışıl ışıl parlayacak. Yoldan geçenlerin gözlerini kamaştıracak parıltısı. Lambaları çok güçlü olduğu için gece ay ışığı varmış gibi her yeri
aydınlatacak…
Hava iyice ısınıyor. Babamın yeni bisiklet hayalleri sürerken, bize bir de küçük kuzu alıyor. Her gün dere boyuna babamı karşılamaya gidiyoruz. Kuzumuz da taze
çimenlerde otluyor. Eve dönerken kardeşlerimle köşe kapmaca oynuyor.
Bizim keyfimize diyecek yok. En çok istediklerimiz oldu. Kuzumuz var, istediğimiz gibi oynamak, gezmek için. Kuşlarımız var. Artık bahçedeki tavuklara da bizim
bakmamıza izin verildi. Kardeşlerden kimin aklına gelirse, yem ve su veriyor. Bu bolluktan tavuklar şaşırmış durumda. Yumurta sayısında artış gözleniyor. Fakat
babamın bisikletini almak kolay değil.
İkisi de sağlık hizmetlerinde çalışan az maaşlı küçük memur. Hesaplar yapıldı, hatta çarşıda birkaç yere bakıldı. Fiyatlar öğrenildi. Paramız yetmiyor.
Bir akşam babam, işinden yorgun ama güleç yüzle döndü. Yine hepimize takıldı, şakalar yaptı. Getirdiklerini bir bir gösterdi. Babasının evinin satış işlemleri
tamamlanmış. Eline geçen para ile bisikletini alabileceğini düşünüyor. Böylece hiç bütçemize yük getirmeyecek. Umduğumuzdan daha kısa sürede bisikletimize
kavuşacağız. Evin eşyalarının boşaltılması için babamın Balya'ya gitmesi gerekiyor.
Garip bir sevinç ve canlılık var babamda. Çocukluk arkadaşlarını görebileceğini düşünüyor. Bir de bize uzun süredir anlattığı kitap sandığını getirebilecek.
* * *
Elinde kitap sandığı ile babam geldi. Yorgun görünüyordu ama gözleri parlıyordu. Arkadaşlarından çok azını görebilmişti. Küçük kardeşi ciğerlerinden
hastaydı. Onun iyileştirilmesi için para gerekiyordu. Ev zaten bunun için satılmıştı.
Payına düşen parayı babaanneme bırakıp gelmişti. Bunları anlatırken, gözü hep yer yer boyaları dökülmüş kitap sandığındaydı. Zaman zaman eliyle tahtalarını
okşuyordu. Şimdi kapağını açıp bize gizli hazinesini gösterecekti. Sandığın çevresine toplandık. Saygıyla bekliyoruz. Sesimizi çıkarırsak, sihir bozulur gibi geliyor bize.
Babamızı en çok sevindiren, çok istediği bisikletini unutturan sırrı, şimdi öğreneceğimizi biliyoruz.
Sandığın içinden çok tozlanmış, sararmış, bazı kısımları rutubetten nemlenmiş kitaplar teker teker çıkıyor. Elleriyle tozlarını siliyor. Sararmış, bozulmuş
kısımlarını okşuyor. Tarih, Türkçe, coğrafya, cebir, geometri gibi ders kitapları... Renkli haritalarını, resimlerini bize bir bir gösteriyor.
Arkasından romanlar, şiir kitapları... Sonra masal kitapları çıkıyor. Devleri, cüceleri, kralları, prensleri, prensesleri, cadıları anlatan masallar... Bazısı sarayları,
bazısı balıkçı kulübesini, bazısı çobanları anlatan masallar... Denizkızları da var masallarda... Kötü insanlar, iyi insanlar, cimriler, cömertler, korkaklar, cesurlar,
zenginler, fakirler, gençler, yaşlılar, bilgeler, cahiller, komikler, korkunç insanlar hep masallardan çıkıp, düşlerimizde yaşamaya başlıyorlar...
Öykü kitaplarını ben kardeşlerime okuyorum, onlar dinliyor. Öykü kişilerine özeniyoruz. Onlar gibi olmak istiyoruz. Özverili, kahraman, herkesin sevdiği biri olmak
istiyoruz. Küçük kardeşim, cebinden iki şeker çıkarıp bize uzatıyor, boynunu bükerek:
“Bundan sonra şekerlerimi sizinle paylaşırım. Cömert olmaya karar verdim, cimriler sevilmiyor,” diyor.
Biz de gülerek şekerlerimizi yiyoruz. Romanları okuyorum. Dünya'yı dolaşmak, görmek, öğrenmek istiyoruz, roman kişileri gibi... Asya'da çok yüksek dağlar varmış.
Kutuplarda deniz bile donarmış. Dünya'da denizler, karalardan çokmuş. Kocaman gemiler bu okyanuslarda kocaman dalgalarla boğuşurmuş. Batanlar da olurmuş.
Küçük kardeşim yine boynunu büküyor:
“Ben korkarım, o gemilere binmem,” diyor.
Uçan kocaman ayakkabılarımız olsa nerelere gideriz diye birbirimize, kurduğumuz düşlerimizi anlatıyoruz. Küçük kardeşim:
“Japonya’ya gitmek isterim. Orada istiridyeden inci çıkarıyorlarmış. O incilerden anneme getirmek istiyorum.”
Ortanca kardeşim:
“Kutuplara gitmek isterim. Eskimoları, geyikleri, kutup ayılarını, penguenleri görmek isterim. Kardan adam yaparız, hiç erimez.”
Ben de:
“Afrika’ya gitmek isterim. Balta girmemiş ormanlar varmış; renkli kuşlar, çok güzel çiçekler varmış.”
Küçük kardeşim:
“Aaaa, neden balta girmemiş? Çok mu ağırmış balta? Ben sana taşırım abla. Bu sabah yumurtamı yedim; bak koluma, nasıl güçlendim.”
Babam gülüyor:
“O, öyle değil! Ağaçlar o kadar çok ki, henüz kesip bitirememişler. Haydi, gelin bir piyes oynayalım,” diyor.
Benim rolüm çınar, çam, söğüt olmak. Yeşilli elbisemi giyiyorum. Ortanca kardeşim kavak, küçük kardeşim defne oluyor. Babam yaşlı bilge, temsilimizde roller
böyle paylaşıldı.
Orman piyesimiz, annem ve anneannem tarafından çok beğenildi.
Cumhuriyet Bayramı'nda bizi sinemaya götürdüler, ilk oyunumuzu ödüllendirdiler.
Babam, buğulu sesiyle bize kitaplarından şiirler okuyor. Öyle güzel okuyor ki...
Biz de onun gibi okumak için bütün gün uğraşıyoruz. Bazılarını ezberledik bile... Çok sevdiklerimizi yazıp, çiçek resimleriyle süsledik, sonra arkadaşlarımıza dağıttık...
Bütün yaz "Babamın Kitap Sandığı" bize masallar, öyküler, şiirler, piyeslerden oluşan büyülü bir dünya yaşattı. Biz kitapların şöleninden çıkıp, ne öğle uykusuna yatmak, ne de yemek yemek istiyorduk. Okudukça düşlerimizi körükleyen bu kitapları, kırlara giderken bile yanımızda götürüyorduk. Bulutların altında, ağaçların gölgesinde, derenin şırıltısında, çeşmenin söğütlerinde yeni düşler kuruyorduk.
Kendi masallarımızı yaratıyor, sonra birbirimize anlatıyorduk. Aramızda gizli bir düş kurma yarışması başlamıştı.
Çevremizden gizemli köşeler de buluyor, düşlerimizin geçtiği yerler diye anlatıyorduk. Derenin kayalıkları, söğütlerin üzerindeki bülbül yuvaları, böğürtlen
çalılıklarının sıklığı, köprünün altındaki oyuklar, bizim düşlerimizin gizemli yerleriydi. Düş ürünü olaylar, bu yerlerde yine düş ürünü kişilerle geçiyordu.
Babam, kitapları kucağında, öğrenciyken üzerinde masa gibi ders de çalıştığı, yer yer boyaları dökülmüş kavuniçi küçük sandığıyla başka bir dünyada yaşıyor
şimdi. Bizi de algınlar gibi sürüklüyor peşinden. Bazen seviniyor, bazen hüzünleniyor. Baba evinin kendisinde kalan bu son armağanına mı, öğrencilik yıllarının
anılarına mı, yoksa uçup giden, yeni bisiklet hayallerine mi üzülüyor! Bilemiyorum...
Hem kitaplarını, hem bizim başımızı okşayan elleri titriyor... Gözlerinde inmeye çalışan yağmurları da görmekte gecikmiyoruz.
“Koşun, anneniz yemeği hazırlamıştır. Bekletmeyelim,” diyor.