Adı Fatmadır ama köyün Fadime Ninesidir. Hatta köyün “Kelkız Nine”si. Üzüm gibi kara, kıvırcık saçları, ince ince örgülerle beline kadar iniyor. Çocukken bu güzel saçlarını babası “Benim kel kızım” diye severmiş. O gün bugün takma adı “Kelkız” kalmış.
Esmer yüzü kırış kırış çizgilerle doluydu. Yanakları kırmızı kırmızıdır. Kara gözleri, iki ışık ve sevgi kaynağı. Dilinden hep güzel ve tatlı sözler dökülür:
“Gülücüm, hadi bize gidem. Size yumurta pişirem, ya da Gülüm, bakla tarlasına gidem. Sizi yürütmem. Eşeği bugün yollamadım çayıra. Ona bindiririm,”
derdi. Gidelim, pişireyim demektir onun sözleri.
Fadime Nine’nin bahçesindeki dut ağaçlarına çıkmak, ağaçtan dut yemek en sevdiğimiz eğlencedir. Dut ağaçlarına tahta merdiven dayardı Fadime nine:
“Korkmayın. Ben tutarım. Hadi çıkın. Dallardan dut yemesi çok güzel olur.”
Biz üç kardeş dut ağacının en ince dallarına kadar çıkıyoruz. Oradan birbirimize sesleniyoruz.
“Ben, senden daha yüksekteyim.”
“Benim ağacımda çok dut var.”
Ya da:
“Benim taraftakiler ballı dutlar...”
Karnımız tıka basa dutla doluyor ama bir türlü canımız inmek istemiyor.
Gökyüzündeki bulutları, evlerin kırmızı kiremitlerini, bacalarını, kuş sürülerini,
sokaktan geçenleri seyretmek ayrı bir eğlenceydi.
Fadime Nine, elinde beyaz çarşaf ağaçların altına geliyor:
“Doydunuz mu? Hadi, dalları sallayın da biraz annenlere de götürem.”
Biz üç kardeş yarışıyoruz. Dalları ayaklarımızla sallayıp, kollarımızla, daha güçlü dallara tutunuyoruz. Olgun dutlar, kar gibi beyaz çarşafa patır patır dökülüyor. Bu oyun, ya arılar bindiğimiz dallara hücum edince ya da çarşafta yeterince dut biriktiğinde sona eriyor.
Fadime nine seslenirdi:
“Hadi, inin de gidem gari! Anneniz merak eder.”
Çarşaftaki dutlar, tertemiz kalaylı tencereye konur, kapağı kapatılırdı. Çarşaf, kuyudan çekilen bir kova su ile yıkanır, güneşe serilirdi.
“Siz de elinizi yüzünüzü yıkayın. Bak, size kuyudan su çektim. Anneniz kirli görmesin. Giyin ayakkabılarınızı. Düşem yola.”
Her şeyi kısa ve özlü anlatırdı Fadime Nine. Ağzında hiç dişi yoktu. Gülünce, bebeğin dişsiz ağzı gibi görünürdü diş etleri. Yanaklarında ve çenesinde sevimli çukurlar vardı. "Düşem yola" demek "düşelim yola"demekti.
Evinin önünde büyük bir asma vardı. Asma yapraklarının arasında iri koruk salkımları sarkıyordu. Fadime nine, birkaç koruk salkımını koparır, ezerek suyunu çıkarır, şekerle koruk suyu yapardı. Hamurdan kestiği erişte pilâvının yanına, çok yakışırdı yarı ekşi yarı tatlı bu koruk suyu...
Yan yana iki odadan oluşan evinin önünde, dört basamakla çıkılan,"hayat" denilen bir salon vardı. Yere hasırlar atılır, üzerine basmadan çok renkli, çiçek desenli minder ve yastıklar konurdu. Yaz akşamları, yemek burada yenirdi.
Hayatın adına "eyvan" da denir. Saçaklarına demetler hâlinde mısır koçanları asılırdı. Güneş rengindeki bu mısırlar, bize hep kışı hatırlatırdı. Kışın ocak ateşinde açık sarı mısırları kavurgaca koyar, pıtır pıtır patlatırdı. Kavurgacın kapağını açınca, çocuk gibi sevinir:
“Bakın size nasıl kar yağdırdım,” derdi
Saçağı tutan direklere küçük bakır kovalarla karanfiller asmıştı. Pembe, kırmızı, bordo karanfiller güneşe karşı coşku ile fışkırırlar, bütün avluya karanfil
kokusu yayarlardı. Sokak kapısının sağ yanında kocaman bir sarı gül ağacı vardı.
Sonbaharda budar, dibini açar, gübrelerdi. İlkbaharda gülün üstü sarı tomurcuklarla dolar, açtıkça açardı.
Bahçede yüksek bir erik ağacı vardı. Biz erik ağacına çıkmak isterdik. Fadime nine izin vermezdi. Çok hoşgörülü ve sevecendi aslında:
“Gülücüğüm, erik dalı çok gevrek olur. Basmaya gelmez. Türküsü bile var... Hiç duymadınız mı,” derdi.
Kızarmaya yeni başlayan erikleri toplar, bir sepetle elimize tutuştururdu. Eriğin gövdesindeki sakızları özenle bir teneke kutuya biriktirir, ördüğü yazma oyalarını bu erik sakızları ile kolalardı. Sonra, küçük kartonlara sıralar hâlinde dizerek süsler, pazarda satardı.
Biz, hep bir ağızdan yalvarırdık:
“Ne olur, Fadime Nine bizi harmana götür. Bak, bugün rüzgâr da yok.”
“Olur gülüm. Gideriz. Hava durgun. Hava rüzgârlı olunca, yüzünüze gözünüze saman tozu dolar. Rüzgârsız günü kaçırmayalım.”
Harmana gelince, hepimizi dövene bindirirdi. Kendisi atın yularını tutar, başlardı döndürmeye. Biz sevinçten çılgına dönerdik...
“Başımız döndü Fadime nine. Yeter. İnmek istiyoruz,”
Deyinceye kadar hem güler, hem döveni çevirirdi. Sonra yumuşayan buğday saplarının üzerinde takla atardı. İçindeki çocuk, ışıl ışıl gözlerinden dışarıya çıkardı.
Hepimizi teker teker havaya kaldırır, bize de takla attırırdı. Samanların üzerinde neşeyle yuvarlanırdık.
Yorulduğumuzu anlayınca:
“Hadi, siz çardağın altında oturun. Civcivlere yem verin. Ayran da getirdim. İçin.
Ben ekini savuram, samandan ayrılsın. Rüzgâr çıktı,” derdi.
Fadime ninenin Değirmen Boğazı yakınında, dere kenarında bir tarlası vardı.
Haziranda harmanı kaldırınca, temmuzda tahtalardan kulübe yapar; kavunları, karpuzları beklerdi. Gece dereden çevirdiği suyla tarlasını sulardı. Domatesleri, karpuzları, börülceleri toplar, sabah olunca pazara götürürdü. Yorgun, yaşlı bir eşeği vardı. Eşeğine kıyamaz, hiç binmezdi. Sadece sebzeleri yüklerdi. Ayakkabılarını feracesinin içine koyar, yalınayak kentteki pazara giderdi. Ayakkabılarını eskimesin diye giymezdi. Kente yaklaşınca bir çeşmede ayaklarını yıkar, kurular, ayakkabılarını giyerdi.
Bostan tarlasından taze kelekler koparır, derenin billur sularında yıkar, hilâl biçimindeki bağ bıçağıyla kabuklarını soyar, bize yedirirdi. Biriken kabukları yaşlı eşeğine verirdi:
“Bugün çok yoruldu. Tazecik kabuklarla işkembesi bayram etsin der,” gülerdi.
Yeşil yaprakların arasında yakaladığı kaplumbağayı alır, tarlanın dışına götürür, bırakırdı bostana zarar vermesin diye. Ardından da:
“Bu da evini sırtında taşır, hırsızlar çalmasın diye,” der, kahkahalar atardı.
“Fadime nine, yılan var. Yetiş,” diye bağırırdık.
Koşar gelirdi. Elindeki sopasıyla yere vururmuş gibi yapar, bizi kucaklar, oradan uzaklaştırırdı.
“Buralar onların evi gülücüm. Korkmayın. Sen ona dokunmazsan o sana hiç dokunmaz,” derdi.
Yılan öldürenlere çok kızardı. Pek çok yılanlı masal bilirdi. Hangisini istersek onu anlatırdı.
“Doğada her canlının bir yararı var. Hayvanlara, kuşlara, bitkilere zarar vermeyin,” derdi.
Olgun, büyük bir karpuz keser; beyaz peynir, ekmekle en tatlı yemeğimizi yerdik.
Bazen taze börülceleri haşlar, üzerine sarmısaklı koruk suyu döker, kırmızı domateslerle zengin bir salata hazırlardı.
“Gülücüm ‘sallama’ bunun adı. Başkasında yoktur tadı,” derdi. Maniler, türküler söylemeye bayılırdı:
Bahçelerde börülce
Oynar gelin görümce
Oynasınlar bakalım
Bir araya gelince.
Sesi de çok ılık ve içliydi. Bize bilmeceler sorar, tekerlemeler sıralardı.
“Çarşıdan aldım bir tane Eve geldim bin tane.”
“Bilin bakalım, bu nedir,” derdi. Dayanamaz kendisi,
"Nar... Nar..."diye cevabını verirdi.
“Ah, olsa da yesek şimdi,” derdi.
Okul açıldı. Kış geldi. Yaz aylarındaki gibi sokağa çıkamıyoruz. Fadime ninemizi özledik.
Anneannem:
“Oğlu başka bir yerde inşaat işinde çalışmaya gittiği için, koyunlara kendisi bakıyor. Bize bu yüzden gelemiyor,” dedi.
Anneannemize yalvarırdık:
“Biz, Fadime nineyi çok özledik anneanne. Pazar günü onu görmeye gidelim, ne olur!”
Anneannem:
“Olur. Sevdiklerinden götürelim. Kuru yemiş, incir, çay, kahve, şeker hazırladım. Biraz öksürüyordu ben gittiğimde, ıhlamur götürmeyi unutmayalım.”
Pazar günü hazırlandık. Anneannem kurabiye, börek yaptı. Hepsini aldık, yola koyulduk. Fadime Nine’nin evi köyün biraz dışındaydı. Koyun
ağılları da çok çevresinde. Sürüleri bekleyen köpeklerden korkuyoruz. Yalnız gidemiyoruz.
Bizi gelini karşıladı.
“Anam hasta, damda yatıyor,” dedi.
Kapıdan girdik. Koyunlar için geçen yaz yaptığı bölmeden kendine kerpiçlerle bir küçük oda ayırmış. Orada yatıyor. Pencere diye ayırdığı
bölmelere çerçeve koyamamış. Tahtalarla kapatmış. Bu yüzden içerisi karanlıktı. Köşede küçük bir soba var. Kerevetin üzerindeki yatağında yatıyor.
Ateşi olduğu belli, yanakları daha çok kızarmış. Şakakları da terliydi.
Bizi görünce çok sevindi.
“Gülüm siz mi geldiniz? Kardeşlik ne iyi ettin de geldin.”
"Kardeşlik" Balıkesir çevresinde bir dayanışma, bir imece, bir dostluk anlaşmasıydı. Akraba olmayan iki kadın “kardeşlik” olurdu. Yine iki erkek “sağdıç”
olurdu. İyi günde, kötü günde birbirlerinin yardımına koşardı. Çocukları arasında da derin dostluklar kurulurdu.
“Bu kadar hasta oldun da neden bir haber yollamadın? Ben koşar gelirdim.
Vah...Vah! Elim yandı ateşten. Koşun, biriniz annenizi çağırın, ilâç getirsin, dedi” anneannem.
Oğlan kardeşim fırladı. Annem hemşireydi. Ayşebacı Köy’ü ve çevre köylere aşılar yapardı, ana ve çocuk sağlığından sorumluydu. Anneannem hemen çorba pişirdi. Hastaya eliyle içirdi. Sobanın üzerinde ıhlamur kaynamıştı.
“Şimdi ıhlamurdan iki bardak içersen bir şeyin kalmaz.”
Sırtına ve göğsüne havlular koydu. Bir yorgan daha örttü üzerine. Annem geldi.
Ateşini ölçtü, tansiyonunu aldı. İlâçlar içirdi:
“Böyle olmaz. Bakkala söyleyelim. Atlı arabayı yarın hazırlasın. Kentteki doktora götürelim.”
Sonra Fadime Nine’ye döndü:
“Sen bu kadar nasıl üşüttün?”
“Koyunlara bir aydır bayırda ben bakıyorum. Oğlan inşaata işçi durdu. Ağıl soğuk.
Çok üşüdüm.”
Ertesi gün doktor, zatürree dedi. Bir hafta hastanede kaldı. Anneannem de yanında kaldı, yalnız bırakmadı. Hastaneden sonra bizim eve getirdik. Fadime nine iyi bakıldığı için yavaş yavaş iyileşti. Yine bizimle şakalaştı. Yine masallar, türküler söyledi.
Bundan sonra koyunları otlağa götürmesi mümkün değildi. Otlağa götürülmeyen koyunların süt verimi azalmıştı. Mandıradan aldıkları yem borcunu ödeyemez olmuşlardı. Bir gün gelini koşarak geldi.
“Ana! Tefeci, ya borcunuzu ödeyin, ya da koyunları götürmeye geldim,” dedi.
Fadime nine, oturdu ağladı
“Götürsün kızım götürsün! Zaten borcun faizini ödemekten elimde ne yün kaldı, ne deri, ne süt. Babamın verdiği on koyunu bunca yılda otuza zor çıkardım.
Evlât, torun besledim. Yem parası canıma yetti. Şimdi on kuzu kaldı elimde. Gene üretirim, götürsün. Faizci adam... Köyümüzü yedi doymadı!”
Kollarına girdik, evine götürdük. Damda yalnız kuzular kalmıştı. Bir de çengelde asılı bir kova süt.
“Gelinim, sütlü çorba yap, içelim. Torunlarım süt yüzü görsün... Borç ödemekten sütün tadını unuttuk kızım!”
Haftalar geçti. Bir gün biz pınar başında oynarken, büyük bir sürü su içmeye geldi. Baktık, Fadime ninenin torunu Şahin, kepeneği sırtında, elinde sopası, bu sürünün çobanı. Fadime nine de yanında. Sevinci gözlerinden okunuyor. Sürüyü kırlara uğurlayınca bize geldi.
“Kardeşlik, kardeşlik torunum askerden döndü! Muhtargile çoban durdu. Yüz koyun onlarda var. Bizimkileri de ekledik, yüz otuz koyun oldu.”
Anneannem şaşırdı:
“Sizin koyunlar mandıracıda değil miydi?”
“Muhtardan aldığımız çobanın yıllığını tefecinin önüne attı torunum.”
“Al, açgözlü adam,” dedi. Kurtulduk borçtan! Kurtardık koyunlarımızı.
Feracesinin içinden kocaman bir yün yumağı çıkardı. Boynuna astı. Eline şişleri aldı. Başladı türküler söyleyerek örmeye.
“Şahin'imin dağda, bayırda ayakları üşümesin. Çoraplar bitince, yeleğimi söker, ona kazak örerim. Üşümesin benim oğlum, Şahin oğlum, can torunum!
Tefeciye gösterdi ne şahin olduğumuzu!”