COVID-19 pandemisinin etkisi tüm dünyada hissedilirken, normale dönme çabalarının da gündeme gelmeye başladığını duyuyoruz. Evet, belki bir gün mutlaka normale dönülecek ancak şu an çok erken gibi. Ve bu normal beklenilen bir normal olmaması ihtimali de var.
Salgın hastalıklar tarihi yazımı okuduysanız, dünyadaki pandemilerin çoğu etkenine göre fazla bir yol izlemiş, ancak hiç birisi birkaç ayda sona ermemiştir.
Toplumsal kaygı ve sıkıntıyı anlıyorum. Fakat bunun salgın hastalık etkeninin gücünü boş vermemizi gerektirmiyor.
Toplumsal normale dönüşte bireylerin acele davranması kısmen beni ürkütüyor. Marketlerde yerdeki uyarı çizgilerini aldırmadan birbirine yanaşan kişilerin varlığı tedirginlik verici. Uyarsanız belki bir tartışma da çıkabilir. Görevliler de buna özen göstermeyince tuhaf bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Yaz aylarının yaklaşması sokağa çıkma tedbirlerinden kurtulmak isteyenlerin aklını çeliyor. Bir an evvel denize gideyim telaşını anlamak mümkün değil. İç içe görüntülerin bu yaz bizleri beklediğini ve önlem almak isteyenlerle tartışmaların çıkması hiç uzak değil. Bu anlamda güvenlik görevlilerine çok iş düşecek gibi.
Hiçbir şey eskisi olmayacak söyleminin şimdiden rafa kalktığını ve nostaljiye dönüştüğünü düşünebiliriz.
Ekonominin çarklarının dönmesini bekleyenlerin, hastalığın birkaç atak daha yapma endişesi taşımadıkları görülüyor. Elbette ki, iş yerleri açılacak ancak bunun yapılırken önlemlerin ikinci plana düşmesi sıkıntısını neden herkes görmek istemiyor? Bireysel kontrolün yitirildiği anda COVID-19’un yeni enfekte olmuş hasta serileri oluşturma ihtimali yüksektir. 1918 yılı İspanyol gribinin tablosu ne yazık ki unutulmuş gibi. 1347-1351 yılları arasında etkin olmuş Veba salgını anımsanmıyor. Haberhürriyetinde kısa bir süre önce çıkan tarihsel içerikli yazımı bir kez daha gözden geçirmenizi öneriyorum.
9 milyara yaklaşan bir insan topluluğunun olduğu bir dünyada bir pandeminin veya salgının bile yaşanma süreci artık çok daha etkilidir. Yıllarca politika ve siyaset anlamında kontrollü nüfusu önermeyenlerin bu gün yaşanan bu tür bedellerde payı vardır.
Doğanın aşırı kirletilmesi, kaynakların sömürülmesi, her şeye ekonomi gözlüğü ile bakılması, son’un düşünülmemesi, betona dönüşümün hızlandırılması, biyoetik kaygıların artması bizleri doğru bir yolda olmadığını gösteriyor. Toplumsal ve bireysel anlamda normale dönüşün bu kadar arzulandığını görünce, aslında eskisi gibi olma, eskisi gibi düşünme özleminin ağır bastığını görüyorum. Oysa COVID-19 bir tür silkinme, uyanma ve başlangıç olmalıydı. Bundan sonrasını daha iyiye, daha güzele götürme çabalarını desteklemeliydi. Birkaç ay durağanlaşan ve sanki değişimin başlayacağı izlenimi veren günlerden sonra, eskinin şimdiden talep edildiğini görmek üzücüdür. Meğer eski günler ne kadar da güzelmiş!
Hayır, aynı fikirde değilim. Eskide güzel olan, nüfusun daha az olduğu, çıkarcılığın, yalanın, iki yüzlülüğün artmadığı, sevgi ve saygının sürekliliğinin önemsendiği günlerdi. Ve bu dediğim dönem en azından 19. yüzyıldan, yeni sanayi (endüstri) devrinden öncesini özetliyor.
20 ve 21. yüzyıllar savaşlar ve felaketlerle geldikten sonra, hâlâ alınmamış derslerin yaşandığını görünce şaşırıyoruz.
COVID-19 sadece bir virüs ve etkeni olan hastalık tablosunu tanımlayan bir durum. Ancak bazılarına göre o bir düşman. Fakat unutuyoruz ki, düşman bizlerin düşüncelerinde ve hayallerinde.
Bir gün COVID-19’un tedavisi ve belki aşısı bulunacak. Peki, sonra ne olacak? Bizdeki düşmanla da baş edecek miyiz? Yeni bir biz olabilecek miyiz? Belki de tatil planları yapmaktan önce, asıl bu sorunun cevabını aramamız gerekiyor.