Sevgili öğrenciler,
Size doğanın güzelliklerini anlatan bir masal daha gönderiyorum. Sevgiler.
Bir varmış, bir yokmuş. Yükseklerdeki tepelerden birinde bir kulübede bir baba ile kızı yaşarmış. Baba kız, keçilerini dağlarda otlatır, billur pınarlardan sularlarmış. Renkli çiçeklerle bezeli bu tepeler, avcıların sık uğradığı yerlermiş. Karaca, geyik, tavşan, kartal gibi hayvanlar hiç eksik olmazmış bu tepelerden.
Kaynaklardan fışkıran sıcak sular kayalardan aşağıya döküle döküle ovaya inermiş. Tepelerden inerken soğuyan bu sular, yüzlerce tarlayı sular, bitkilere, can verirmiş. Su kanallarının kenarlarında zakkumlar, pembe pembe çiçek açar, gelin başı gibi süslermiş dere boylarını. Kavaklar, söğütler gün boyu rüzgârla söyleşir, salınırlarmış. Ağaçların dallarındaki bülbüller, serçeler yaban güllerinin düğününü yapar gibi durmadan öterlermiş.
Derelerde gümüşlü balıklar yüzermiş. Balıkçıları görünce bu balıklar, serpmeden kaçıp kurtulmak için yosunlu kayaların altına gizlenirlermiş.
Baba ile kız, keçileri tepelerden aşağıya indirir, bu güzel dere boylarında dolaştırır, akşam olunca da kulübelerine dönerlermiş.
Bir gün dereden balık tutmak istemişler. Kayaların arasından, sepetlerini dolduracak kadar balık yakalamışlar. Tam sudan çıkacakları zaman, kızın eline pulları gümüşten de parlak bir balık geçmiş. Güzelliğini, parlaklığını seyrederken balık birden dile gelmiş:
- Güzel ablacığım, canım ablacığım! Beni suya at ne olursun, demiş.
Kızcağız çok şaşırmış. Şaşkınlıktan dilini yutacakmış neredeyse. Güzel balığa kıyamamış zaten. Açıvermiş ellerini, balık sulara karışıp gitmiş. Daha önce hiç konuşan balık görmemiş.
Baba, kız çok acıkmışlar. Ateş yakmışlar derenin kıyısında. Ateşi harlatmak için çalı, çırpı toplarken kız babasına gümüşlü balığın dediklerini anlatmış. “Her canlı değerlidir, İyi yapmışsın kızım, balığı suya atmakl,” demiş babası.
Tepelere kar yağınca kış zor geçmeye başlamış. Keçilere yem bulmak zorlaşmış önce. Sonra baba ile kızın yiyeceği azalmış. Zor günler geçmek bilmezken, kızın önce ellerinde, daha sonra yüzünde bilinmedik yaralar çıkmış. O güzel yüzü tanınmaz olmuş. Baba da kızı gibi üzüntüden gülemez hale gelmiş.
Keçilerin sütünden yaralara sürmüşler ama geçmemiş yaralar. Kırlardaki otlardan merhemler yapıp sürmüşler yine iyi olmamış kızın yaraları.
Baba ile kız hem keçilere taze ot bulmak hem de kederli yürekleri biraz avunsun diye dere boyunca yürümüşler. Babası:
- Hadi kızım, keçiler otlarken biz de balık tutalım, demiş.
Buz gibi sularda, yosunlu kayaların arasında başlamışlar pulları parlayan balıkları yakalamaya. Kız bir de bakmış ki pulları gümüş gibi parlayan o balık elerlinin arasında.
Balık bu kez artık çırpınmıyormuş. Daha önce yakalanışında kendisini serin sulara bırakan kızla dost olmuş. Kız kederli bir yüzle demiş ki:
- Güzel balık, canım balık! Bak yine karşılaştık seninle. Sen hep aynı güzel balıksın. Oysa bak, benim elimi yüzümü bilinmedik yaralar kapladı. Gümüş pullu balık dile gelmiş:
- İyi yürekli, güzel kız! Yaralı yüzüne, ellerine hiç üzülme! Kızıl kayanın başında akan su şifalıdır, yaralarına iyi gelir. Kısa zamanda iyileşirsin bu şifalı suda yıkanırsan, demiş. Sonra da kızın elinden sıçrayıp, suya atlamış. Kayaların, yosunların arasında kaybolmuş.
Kız balığın arkasından bakakalmış. Kendine gelince de balıkla arasında geçen konuşmaları babasına anlatmış. Büyük bir umuda kapılmışlar. Keçilerini toplayıp, tepelere yönelmişler. Kızıl kaya, tepelerin en yükseği, en sivrisiymiş. Tırmandıkça yorulmuşlar. Dinlendikçe tırmanmışlar. Sonunda kızıl kayaya varmışlar.
Bir su kaynıyormuş kayanın dibinden. Sanki bir kazan gibi fokurduyormuş. Sular, köpük köpük kayalardan aşağıya dumanlarını savurarak akıyormuş.
Kız önce sızlayan yaralı ellerini sulara daldırmış. Sonra bedenini yavaş yavaş sıcak sulara bırakmış. Her geçen saniye acıları azalmış, yaraları yumuşamış, sızıları duyulmaz olmuş. Yumuşayan yaraları, hemen kabuk bağlamış. Bedeni hafiflemiş. Uykusu gelmiş. Sudan çıkıp babasına demiş ki:
“Baba acılarım geçti. Yaralarım yok oldu. Bak hiçbirinin izi bile kalmadı. Bedenim dinlendi. Çok uykum geldi.”
Babası, kızını kepeneğine sarıp, dizine yatırmış. Kızı uyurken de sessizce ve sevgiyle güzelliğini seyretmiş. Kız rüyasında gümüş balığı görmüş. Balık bu kez tepeler üstünde bir sarayda oturuyormuş. Saray güzel suların başındaymış. Kuyruğu balık, başı ak saçlı, gül yüzlü bir nine değil miymiş?
“ Sen iyi oldun güzel kız. Bundan sonra hem sevin hem de herkesi sevindir.” Ayrıca suyun başına bir hamam yaptır. Hamamın içi billur havuzlu olsun. Şifalı sulara girenler iyileşsin, yüzleri gülsün senin gibi, demiş.
Kız uyanınca çok şaşırmış. Yaralarından iz kalmamış. Baba ile kız, rüyayı gerçek yapabilmek için düşünmeye başlamışlar. Hamamı nasıl yapalım, insanları nasıl sevindirelim, diye düşüne düşüne kulübelerine inmişler. Keçileri ağıla kapatırken akıllarına gelmiş:
“ Oğlakları, kışlık peynirleri satarız. Parasıyla mermer havuzlu hamamı yaptırırız.”
Bu düşünce baba ile kızı çok sevindirmiş. Hemen ustalara haber salınmış. Mermerler ocaklardan getirilmiş, geniş bir havuz yapılmış. Havuzun çevresine de bu şifalı sudan bol su akıtan pırıl pırıl kurnalar yapılmış. Şifalı sular, burada yıkanan tüm insanları iyileştirmiş.
Köyden köye, kentten kente duyulmuş bu şifalı suların hamamı. Bütün hastalar akın akın gelmeye başlamış şifalı sulara. Her gelen hediye olsun diye ya bir oğlak getirmiş ya da horoz. Çünkü bu hamamda kimseden para alınmazmış. Böylece şifalı sulardan varlıklılar da yoksullar da yararlanabilmiş. Baba ile kız getirilen armağanları yine hastalara yedirirlermiş, fazlasını da satar yıldan yıla hamamı büyütürlermiş.
Sonunda hamam, yedi kubbeli, mermer direkli, bakanın gözünü kamaştıran görkemli bir yapı olmuş. “ Yüz Güldüren Sular” da öyle boşu boşuna akıp gitmemiş.
İnsanoğlunun aklı, çalışma gücü, dayanışması, yüzlerce yıl yaşayacak bir eser daha yaratmış. Gökten kırmızı elmalar, böylelerinin başına düşmüş.