Varlıklı bir Yahudi ailenin ikinci oğlu Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da dünyaya gelmesinin yanı sıra, Viyana'da doğmasına rağmen “Yahudilik için milletler üstü bir anlayıştır. Millî aidiyet yerine, manevi bir birlik ve bu birliğe bağlılıktır.” mantalitesine sahip ve Theodor Herzl (1869-1904)kadar Siyonist değil se de ateşli bir yandaştır. Stefan Zweig'ın (28 Kasım 1881- 22 Şubat 1942) Üç Büyük Adam'ı (Fyodor Dostoyevski 11 Kasım 1821, Moskova- 9 Şubat 1881, Sankt-Peterburg), (Honoré de Balzac, asıl ismi Honore Balssa; 20 Mayıs 1799, Tours - 18 Ağustos 1850), ve (Charles John Huffam Dickens (Tours- Şubat 1812 – 9 Haziran 1870) ise konusunda, bizim Üç Büyük Dev Adam'ımız da Ali bin abbas (932-994) İbn-i sina (980-1037) ve İbn-i nefis'tir. (1213-1288)
Stefan Zweig, Beynelmilel şöhrete sahip bu üç yazara “ÜÇ DEV ADAM” vasfını lâyık gördüğüne göre bir bildiği olmalı. Kimse, sağmayacağı ineğin alnına boncuk dizmez. Burası ayrı bir mevzu, Hatırlatıp geçelim.
Bizim tarafa gelelim. Kriptoluğunu kendi deşifre etmiş bulunan bazı zevat ve benzerleri, bizim medeniyet dünyamızdan hiç haberleri yok olmalı ki üfürüp ışığı söndürme gayretkeşliğine soyunuyorlar. Kan dolaşımı konusunda, William Harvey'yi (1578-1657) kâşif ilan edip uçuruyorlar. Hani, çocuk olsalar çocuklar haklı, demekten başka çare yok zira millîliğe kurban olası müfredatımızda böyle buyuruluyor. Kim bu malumatı derliyorsa otokontrol denen bir mekanizma var. Neden işletilmiyor sanki.
Bu keşfin, Avrupa'da 17. Asırda, Miquel Servetus(1509/11-1553), Realdo Colombo(1515-1559) ve sonra da William Harvey(1578-1657) ile başladığına inanılır.
Ben, bu konuda yukarıda tavsif ettiğim ÜÇ BÜYÜK DEV ADAMLA alakalı bilgiyi tebellür ettireyim ki millî mefkure sahibi millet evladının gönlü ferahlasın. Kandırıcıların üfürmelerine karşı durabilmeyi başarsın.
Dikkatli okunmalı! Yazının uzunluğu, sabrınızın kısalığına sebep olmamalı. Mesele mühim.
ALİ BİN ABBAS (932-994)
Zerdüşt bir ailenin çocuğu Ali Bin Abbas, İslâm diniyle onurlanmış bir bilgindir. Aynı zamanda, Avrupa'nın ve Latinlerin de tıp alanında tanıdığı, zerdüştlükten vazgeçen ilk Müslüman tabiplerdendir.
Bilim tarihinde, “Kılcal damar kavramını ve sistemini” ortaya koyan ilk bilgindir. Buna rağmen hakkı teslim edilmemiştir. “Kılcal damarlardaki kan dolaşımı” nın kâşifi olarak William Harvey (1578-1657) gösterilmiştir. Arada tam yedi asır olduğu apaçık değil mi? Yazık!
Epilepsi(sara) hastalığını iyiden iyiye tetkik eden de Ali Bin Abbas'tır. Göz hastalıkları üzerine de ciddi çalışmalar yapmıştır.
Ali Bin Abbas'ın, üne kavuşmasını sağlayan dev eseri ‘'Kitab El-Malikî''dir. Kitap, koruyucu hekimlik ve eczâcılığa dairdir. Kitapta anatomi, cerrahî ve cerrahî tedavi ile ilgili 110 alt başlık yer almaktadır. Eser, 1070–1078 arasında ‘'Liber Regius'' adıyla Latince'ye, Afrikalı Konstantin tarafından çevrilmiş ancak çevirmen, eseri, kendi eseri gibi sunmuştur. Buna kibarca intihal deniyor. “İntihal” aşırma anlamında olup, akademik bir suç kabul edilmektedir. Arapçadan Latinceye çevrilen ilk tıp eseri ‘'Kitab El-Malikî'' 16. Asra kadar Avrupa'nın tıp okullarında okutulmuştur.
Eski çağın aşılmaz hekimlerinden, adına, tıp doktorlarına yemin ettirilen Hipokrates'ın (MÖ.460-370) “doğum olayına” ilişkin görüşünü, kökünden yıkmıştır. Hipokrates, bebeğin doğmak istediği kanaatindeyken Ali Bin Abbas, zamanı gelince vücudun bebeği dışarı göndermek keyfiyetini haiz olduğu kanaatindedir. Bugün de tıp, Ali Bin Abbas'ın görüşüne uygun kanaate sahiptir ve modern bilim böyle tespitte bulunmuştur.
“Hipokrat Yemini “tamlamasıyla bilinen tıbbiyelilerin yeminine rağmen, aslında Hipokrates'ı tashih eden Ali Bin Abbas'ın, yeminlere konu olacak tıbbi ilkeleri de mevcuttur.
Şöyle ki 1. Hastaları devamlı gözlemlemek, hastalıkları tanımak. Böylece, gerektiğinde, uygulamaya kolayca geçebilmek imkân dâhilinde olacaktır. 2. Hastaları, evlerinde, yerlerinde ziyaret edip, hal-hatır sorup, onlara sıcak alâka göstermek. (Bu anlayış 21. Asrın başlarında hayat bulmaya başlamıştır. Günümüzde, T.C. Sağlık Bakanlığının sağlık kurumları, evde sağlık hizmetleri vermektedir.)
İBN-İ SİNA (980-1037)
Samanoğulları saray kâtiplerinden, Abdullah Bin Sinâ'nın oğlu İbn-i Sinâ'nın (Batı'da, “Avicenna” adıyla tanınır) ilk öğretmeni babasıdır. İbn-i Sînâ, zamanın itibarlı bilginlerinden astronomi, mantık, matematik dersleri görmüştür. On yaşındayken Kur'ân ve edebiyat eğitimi almıştır. Daha sonra geometri, İslâm hukuku, Grek felsefesi ve mantık öğrenmiştir. Aristoteles felsefesini ve metafiziğini, Farabî'den öğrendi. Teoloji, fizik ve matematiği kendi kendine çalışmıştır. Özellikle tıp üzerine çok çalışmış, gösterdiği duyarlılık ve başarı üzerine 16 yaşında üne kavuşup (Günümüzde bu yaşa kadar, çocuklarımızın okur-yazar olmalarını sağlamak için zorunlu eğitim uyguluyoruz.) resmî devlet doktoru olmuştur. 18 yaşına eriştiğinde, zamanın bilinen bilgi disiplinlerine vukufu tamdır. Buhara prensini tedavi ettiği için saray kütüphanesinden istifade imkânına sahip kılındı. Babasının ölümünden sonra, Tıp kanunu yazdığı Cür-can'da, Şirazlı Ebu Muhammed'in desteğine mazhar oldu.
Siyasî çekememezlik sebebiyle görevinden alınarak hapse atılmış, hapse atılsa da durmamış, üretkenliği devam etmiştir. Kapatıldığı Ferdecan Kalesi'nde, ‘'Kulunç Kitabı'', ‘'Hidayet ve Hay İbn-i Yakzan'' isimli eserlerini yazmıştır. Yüz elliden fazla eser veren İbn-i Sînâ'nın eserlerinin 17'si tıbbîdir. Bu alandaki doğruluğu sabittir. Meselâ İbni Sînâ, tıbbî araştırmaları yaparken bazı hastaların hastalığının diğer insanlarda aynen oluşmasında, görülemez küçüklükte canlıların olduğunu sezmiş daha doğrusu mikropları keşfetmiştir. Bazı araştırmacılar Pasteur'den (1822-1895) önce, mikrobu Ak Şemseddin'in (1389-1459) keşfettiğini de belirtmektedirler. İbn-i Sînâ'nın bu keşfi, Filozof İbn-i Sînâ'yı dillerinden düşürmeyen Batılıların gözünden mi kaçmış, başka bir deyişle neden mikrobun keşfinin payesini Pastör'e verip İbn-i Sînâ'dan esirgemişlerdir? Bilinmez mi? Belli aslında. Selda Atalay'ın sunduğu “Ülke'de Bu sabah “programında, Nilhan Osmanoğlu ve Dr. Ahmet Anapalı'nın sohbetinde, Sultan 2. Abdülhamit Han'ın, Pastör'ü saraya davet ettiğini, bilimsel çalışmalarına devam etmesini istediğini, Pasteur'ün, bu teklifi reddedip Fransa'ya döndüğünü, buna rağmen Fransa'nın desteklemediği Pastörü, Sultanın desteklediğini beyan ettiler. (youtube, Mayıs 2020)
“Daha enteresanı, Padişah İkinci Abdülhamid'in Pasteur'e laboratuvarını geliştirmek için 800 altın bağışlamasıdır.”
Mikrobu, Ak Şemseddin'in mi, İbn-i Sînâ'nın mı keşfettiği konusunda oluşan bu bilgi çelişkisi anlamlı. İkisinin de Pastör'den evvel mikropla ilgilenmiş olması kayda değerdir. Belki de Ak Şemseddin, konuyu daha bariz ortaya koyduğu için bizim araştırmacılarımız tarafından bu imtiyaz ona atfedilmiş olabilir veya araştırıcı farkından doğan bu durumun imtizacının gerçekleşmemesidir.
Diğer taraftan, hastalıkların bulaşma yoluyla gerçekleştiğini tespit edenlerden biri de İbn-i Hatip'tir. (1313-1374) Bulaşmanın yayılmaması için karantina bile uygulamıştır. Bu bilgilerin değerlendirilip uzmanlarınca bir sonuca varılması gerekir. Her araştırmacının yaptığı işi öncelediği seziliyor. Mucit ve kâşif önceliği kesinlikle tespit edilmelidir. Her araştırıcı ulaştığı bilginin ilk olduğunu kabul ediyor. Muhtemelen bunun sebebi diğer çalışmalardan haberlerinin olmamasıdır.
Küçük ve büyük kan dolaşımını birbirinden ayıran, kadavralar üzerinde çeşitli çalışmalar gerçekleştiren İbn-i Sînâ, genç yaşta yeni tedavi yöntemleri de geliştirmiştir.
İbn-i Sînâ'nın, Batı'da, 16. Asrın, Doğu'da 19. Asrın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan "El-Kânûn Fî't-Tıb" adlı eserinin etkisinin derecesini anlamak bakımından yeterlidir. 6-9 asırlık bir değer, tıp dünyasında aşılamamıştır. İbn-i Sînâ'nın eserleri, Avrupa'daki tıp fakültelerinde 4-5 asır temel tıp kitapları olarak okutulmuştur. Bu demektir ki Batı bilim çevreleri her şeye rağmen İbn-i Sînâ'nın bilimsel tıbbî kariyerini asırlarca aşamamışlardır. Felsefî anlayışına gelince Farabî gibi İbn-i Sînâ da madde-form teorisini kabul eder. Bütün varlıkların Tanrı'dan çıktığını savunur.” Başlangıçta, sadece Tanrı vardı. Bu zorunlu ve hakiki varlıktı. Bundan katıksız ruh çıkar, bu ilk sebeptir. Bundan, evrenin ruh ve bedeninin tamamı türer.” diyen İbn-i Sînâ, buna “faal” akıl adını verir. “Bu akıldan, gökler ve onların akılları doğar.” der. İbn-i Sînâ'nın psikolojik tasavvurları da bu anlayışın etrafında gelişir. Bu anlayışın, akaidî kaidelere uymayışından olsa gerek mutlak varlık ve mümkün varlık ilişkisindeki keyfiyet konusundaki görüşü belirmiyor, böylece İbn-i Sînâ da İslâm medeniyetinin esasını oluşturan anlayıştan tıbbî başarılarına rağmen kopuyor. Esasen yapılması gereken ezelî ve ebedî olan Allah'a ve onun buyruklarına ram olmaktır. Ezelîlik ve ebedîlik vasfını, mutlak varlığa da mümkün varlığa da yükleyince veya mümkün varlığı, mutlak varlığın parçaları gibi düşünüp inanınca tamamen yön değişmiş oluyor. İnsanın mutluluğu konusunda, İbn-i Sînâ, mutluluk ve doğru olan bir yaşama nedir sorusuna, ‘'Mutluluk, insan ruhunun kendini arındırması ve temizlemesidir. Faal akıl'a yönelmesidir.'' diyerek cevap verir. Buradaki görevimiz, tespitte bulunmak, yargılamak değil.
İBN-İ NEFİS(1213-1288)
İbn-i Nefîs, küçük kan dolaşımını keşfeden ilk bilgindir. Pulmoner(akciğer dolaşımı) dolaşım ile kılcal damar ve koroner(kalbi taç şeklinde kuşatıp besleyen damarlar ağı)dolaşımları da ilk keşfeden bilgin olmasıyla tanınmıştır. Bunlar, dolaşım sisteminin esasını oluşturmaktadır. İbn-i Nefis'in, bunların kâşifi olması sebebiyle dolaşım fizyolojinin babası ve "Orta Çağın en büyük fizyoloğu" olduğu kabullenilmiştir.
İbn-i Nefis, ayrıca deneysel tıbbın, postmortem (Ölüm sonrası) otopsinin ve insan diseksiyon (Kadavra üzerinde yapılan tıbbî operasyon, ameliyat)unun erken savunucularındandır. Metabolizma kavramını, ilk tanımlayan hekim İbn-i Nefis, ilâveten İbn-i Sînâ ve Galen'in anatomik ve tıbbî sistemlerinden farklı yeni fizyoloji, anatomi, psikoloji ve nabız sistemleri meydana getirmiş, bu sistemlerde kendinden önceki hekimlerin ortaya koyduğu veya kabullendiği çeşitli fizyolojik, anatomik vb. hatalara düşmemiş, yeni fizyoloji sisteminde, vücut bölgelerini tasvir için çeşitli şekiller kullanmıştır.
Değinmek gerekir ki esasen küçük kan dolaşımının keşfi, ilginç ve tartışmalı bir konudur. Bu keşfin, Avrupa'da 17. Asırda, Miquel Servetus(1509/11-1553), Realdo Colombo(1515-1559) ve sonra da William Harvey(1578-1657) ile başladığına inanılır. Bununla birlikte, eski yazmaların ortaya çıkması ile bu konudaki keşfin, İbn-i Nefis'e ait olduğu kabul edilir. Şöyle ki 1924 senesine kadar, bilim dünyasında, İbn-i Nefis'i bilen bile yoktu. 1924 yılında, Freiburg Tıp Fakültesi'nde, bilim tarihinin imajını değiştirecek bir olay gerçekleşmiştir. Muhyiddin Tantavî adlı, Mısırlı, genç bir Müslüman öğrenci, doktora tezini Almanca hazırlamıştır. Bu öğrencinin tezi, bazı Alman hocaların dikkatinden kaçmamıştır. Zira tezde, ilk kez, küçük kan dolaşımının İbn-i Nefîs isimli bir Müslüman bilgin tarafından keşfedildiğinden söz ediliyordur. Yüksek ego ya bu, profesörler buna bir türlü inanamıyorlar. Onlara göre bu mümkün değildir. Bu bilimsel olay üzerine tezin bir kopyası, o sıralarda Kahire'de bulunan Alman Dr. Mayerhof'a (1884-1951) iletilmiştir. Dr. Mayerhof, Tantavî'yi teyitle yetinmediği gibi daha sonra yazdığı makalede, olayı açığa çıkarmıştır. Evet, Servetus, Colombo ve Harvey'den üç asır önce İbn-i Nefîs küçük kan dolaşımını keşfetmiştir bile. Alman hocalar, şaşkınlıklarından uyanıp gerçekleri kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Bu zaman farkına rağmen, Batı bilim çevrelerinin inadının bilimsellikle ilgili olmadığını anlamak için müneccim olmaya gerek yoktur. Kültür ve medeniyetlerin tekelciliği prensibinden hareketle öncülüğü başkasına bırakmama hastalığı vardır. Tedavi olduklarına tam inanacakken hastalık tekrar nüksediverir. Kural böyle. Yıllar yılı, bizi, aşağılanmanın boy hedefi durumunda tutmayı başarıp potansiyelimizi de çalmayı sürdürmüşlerdir. Türkiye'den Batı'ya “beyin göçü” bu anlama gelmez de ne anlama gelir? Zaman zaman “orta çağ zihniyetli'' olmakla suçlanan milletimizin başına, bundan musibetler geldiği görüşünü de hiç kuşkusuz empoze etmeye çalışan güçler vardır. Hâlbuki orta çağın 1453'te sona ermesi, Türk medenî gücünün galebe çalmasıyla mümkün olmuştur. Türk gencinin, artık kendine yapılan haksızlıkları anlamasının zamanının gelip geçmekte olduğunu bilmesi gerekir.