Anneler, Babalar, Öğretmenler ve Sevgili öğrenciler; Size yeni yıl armağanı olarak yazımı gönderiyorum. Sağlıklı, mutlu, güzel yıllar dilerim.
Viyana'da Jozef saraylarının biri Sanat Tarihi Müzesi, diğeri Doğa Tarihi Müzesi günümüzde (1993). Sarayların bahçeleriyle beraber kapladıkları alanlar çok geniş. İkisinin ortasında kraliçe Maria Theresa'nın tunçtan dev bir heykeli yer almış. İki sarayın da çatılarını, merdivenlerini mermer heykellerle süslemişler.
Doğa Tarihi Müzesi'nin kapısında ünlü sinemacı Spielberg'in “Jurassic Park” filminin afişlerini görmemiz koşmamıza neden oldu. Filmde kullanılan dinozor maketleri burada sergileniyormuş. Çok sevindik. Sarayın kapısında elinde küçük çocuklarıyla onlarca anne baba sıraya girmişti. Biz de, eşim ve kızımla hemen sıraya girdik! İçerden tanımadığımız bir hayvan haykırışı yükseliyor, periyodik zaman aralıklarıyla... Ürkütücü ve korkutucu değil bu sesler! Tersine, merakımızı körükleyen, bizi içeriye çeken bir haykırış... Bekleyenler, küçük-büyük hepsi sesi duydukça daha çok sabırsızlanıyor. Haykırışın arkasından içerde izleyenlerin kahkahaları, neşeli sesleri bizi çok meraklandırıyor. İçeriye girmek için yerimizde duramıyoruz. Sıranın önündeki küçük çocukları anne ve babaları tutmakta zorluk çekiyor! Güneşli bir pazar sabahının öğleye yakın saatlerinde, Viyanalı anne ve babalar küçük çocuklarını bu kapalı mekândaki müzeyi gezmeye getirmişler... Bayram şenliği içinde tertemiz, özenli giyimleriyle cıvıltıyla bekleşiyorlar.
Sonunda sarayın geniş merdivenlerinin giriş sahanlığındayız. Nihayet içeriye girebildik. Ortada bir plâtform, üzerinde film maketi dev bir dinozor var. Upuzun kuyruğu, kalın arka ayakları, timsahı andıran boynu ve başı, bu dev gövdeye göre tavuk bacaklarına benzeyen küçük kolları ile dinozor... Derisinin üstü sarı ve kahverengi, karnının, boynunun, kuyruğunun içi beyaz renkli. Belli aralıklarla yavaş yavaş başını tavana doğru kaldırıyor, ünlü haykırışını yapıyor... Çevresini neşeli insan grupları almış. İriliğinin yanında sesi çok sevimli geliyor. Bütün çocuklar dinozoru taklit ederek, aynı sesi çıkarıp zıplıyorlar... Ellerini çırpıyorlar... Yeni gelenler, merdivenleri çıkanlar bir süre bu görüntüden neşeli kahkahalardan ayrılamıyorlar...
Merdivenlerin boşluğuna masalar kurulmuş. Dinozorlu kalemlikler, anahtarlıklar, kalemtıraşlar, dinozor heykelcikleri... Aklınıza gelebilecek boyutta ve türde dinozorlu hediyelikler... Bu coşkuyla poşetlere, çocukların her istediği hediyelikler, okul aracı alınıp dolduruluyor. Bu arada gözleri, haykıran dinozorda, elleri hediyelik tezgâhlarında neşeyle yapılan alışverişten sonra üst kata çıkılıyor... Üst kata çıkmadan önce müze kasasına yüklüce bir ödeme yapılıyor doğal olarak…
Müzenin bir salonunda anne dinozorun yine titreyerek başını tavana kaldırıp haykırışını sürdürürken yerdeki sekiz on dev yumurta sallanıyor, bir ikisi çatlıyor, içinden yavru dinozor başını uzatıyor... Dinozorlar koştukça çocuklar zıplıyor, çocuk sesleri, dinozor seslerine karışıyor... Görebilmek için hepimiz sıra bekliyoruz. Film kameraları, fotoğraf makineleri birbiriyle yarışıyor. Flaşlar patlıyor... Hareket, ses, neşe görülecek şey! Anne dinozorun karşısındaki başka kompozisyonlarda eski çağlar görüntüsü içinde koşan, zıplayan, otlayan, daha çok büyümüş yavrularıyla dinlenen dinozorlar canlandırılmış. Maket olduklarını hatırlamak zor! Kendimizi zaman gerisinde sanıyoruz, o anı yaşıyoruz. Loş ışıklar, bazen yeşil, mor, kırmızı oluyor. Hareket ve ışık her an değişiyor. Dinozor sesleri izleyenleri büyüledi. Zamanın nasıl geçtiğini bilmiyor, düşünmüyoruz... Neşeden bir okyanusta yaşıyoruz...
Kulaklarımızda neşeli sesler, müzenin sol bölümündeki gerçek dinozor iskeletleri kısmına geçtik. Ben, eşim, kızımdan başka kimse bu bölümle ilgilenmiyor. Çelik halat ve çubuklarla yere, tavana tutturulmuş dev dinozor iskeletleri var. Çevresini küçük kayalarla çevirmişler bu iskeletlerin. Dev ağızları, keskin dişleri, ot yediklerini unutturacak denli ürküntü veriyor bize! Oysa bitişikteki maketleri ne sevimli bulmuştuk! Ayrı bir bölmede canlıyken yirmi beş kilo olabilecek dev bir kaplumbağa kabuğu duruyor. Yüzlerce küçük halkadan oluşan kubbeli kabuğunu sırtında taşıyor, yüzyıllar öncesinden...
Kulaklarımızda çocuk kahkahalarıyla, dinozor sesleriyle, neşeli bir sel akışıyla dışarıya çıktık. Zaman, ısı, iklim hepsi aklımızdan silinmişti. Biz neşe iklimindeydik. Müzenin kapısında soğuk bir hava yüzümüze çarptı. Sert bir rüzgâr bizi kendimize getirdi. Yağmur başlıyordu. Yerdeki tozlar savrulurken montlarımızı çantamızdan çıkarıp giydik. Japon turistler fotoğraf makinelerini, kameralarını, dürbünlerini çantalarına telâşla yerleştirip yağmurluklarını giydiler. Bu kadar çok teknik, optik aracı gereci küçük çantalarında nasıl taşıyorlar, şaşırıyorum. Boyunlarında, omuzlarında çeşitli makine ve kameralarla gezdiğimiz her yerde yürüyen mini optik dükkânları gibi karşımıza çıkıveriyorlar... Dünyaya fotoğraf, film çekmek için gelmiş çağın Evliya Çelebileri ya da Marko Poloları diyebiliriz...