D İ L E K
İncilâ ÇALIŞKAN
Dilek pencereden yağan kara baktı. Beyaz taneler kararsız, sallana sallana iniyor; yerler bembeyaz örtülüyor, caddeden gelip geçenlerin ayakları altında ezilinceye kadar…
Buz gibi bir rüzgâr açılan kapıdan içeriye yayıldı. Dilek ürperdiğini hissetti. Kahvecinin küçük çırağı masaya iki çay bırakıp çıktı. Soğuktan uyuşan ellerini çay bardağıyla ısıttı Dilek. Babasına baktı. Elindeki ceketin astarını, ilk günün sevinciyle durmadan dikiyordu.
Dilek babasına seslendi:
“Baba, çayını soğutma! Sabahtan beri bu kaçıncı soğuyan çay! Bunu bari soğutmadan iç.”
Ali Bey gözlüklerinin üzerinden gülerek kızına baktı:
“Doğru söyledin kızım. Gelen çayların hiçbirini sıcak içemedim değil mi? Bu ceket içimi ısıtıyor. Astarı özenle dikmek gerekir. Zor iş. Sahibi gelmeden bitirmeliyim.”
Ali Bey çayından ilk yudumu aldı. Yere düşerken eriyen karlara baktı. Başını salladı. Elindeki ceketin astarına eğildi. Çayı da karı da unuttu, gitti. Dükkânı yakında boşaltmak gerekecekti. Bugünlerde sık sık yüreği daralıyordu. Şimdi ne yapabilirdi, günlerdir beynini yoran bu düşünceyle yaşıyordu.
Dilek masaya yaydığı kumaşa kalıpları yerleştirdi. Eline makası aldı, kesmeye başladı. Çayını içtiği hızla masadaki kumaşı kesip kesip makinanın yanına yığdı. Babası, “Elini korkak alıştırma, kes.” derdi hep.
Bir gün, Paris'ten ressam bir müşterisi gelmişti. Hindistan'dan özel getirdiği kumaşlardan elbiseler dikmesini istedi. Dilek, kalıpları yerleştirdi. Makası aldı eline, hızla kesmeye başladı. Ressamın gözleri yuvalarından fırladı. Bakmaya dayanamadı. Başını yana çevirdi. Uçuşan ipeklilerin Dilek'in elinde bedenine hünerle yerleştiğini görünce yüzü güldü. Kaygıları uçtu. Aynada kendisini seyrettikçe rahatlıyordu. Dilek çevresinde dönerek provayı bitirdiği zaman ressam,
“Güzel olacağını biliyorum. Toplu iğnelerle bile dikiş dikiyorsun sen,” dedi.
Bu kadın, yıllarca en iyi kumaşlarla girdi dükkânın kapısından.
“Biliyorum Dilek. Sen bunlara can katıyorsun. Senin elinden çıkan elbiseler beni değiştiriyor. Ne bileyim, kendime güvenim artıyor. Üzerimde pek severek taşıyorum senin eserlerini.”
Çocukken Dilek, annesiyle dükkâna gelirdi. Okumaya başlayınca ilk kez dükkânın adını okumuştu. “Di-lek” Babasının ilk dileğiydi bu terzi dükkânı. Sonra kızının adı da Dilek olmuştu.
Ali Bey'in çırakları çok ünlü terziler oldu. Sayısını soranlara,
“Bilmiyorum, unuttum, saymadım. Elliyi geçmiştir,” derdi.
Bayram geceleri dikişleri yetiştirmek için sabaha kadar uykusuz kalırdı. Tabi karısı da. Dilek bu masada çok uyudu, çoook... Bayram için dikilen özel giysilerle insanları mutlu görmek onları çok sevindirirdi. Duyulan en güzel sözler dükkânın duvarlarına kelebekler gibi konar, yerleşirdi. Ali Bey bütün yorgunluğunu unutur, hepsini gülen kara gözleriyle uğurlardı. Kapıdaki çıngırak sesi bebeği uyandırınca çevresine armağanlar dağıtan masal beyleri gibi çocuklarını kucaklar, evlerine giderlerdi.
Dilek babasına çırak olmak isteyince de Ali Bey karşı çıktı:
“Sen okuyacaksın. Bak, dünya değişiyor. Çok bilgili bir kız olmalısın. Sen terzi olma!”
Kumaşlarla harikalar yaratmak, aynada yeni giysilerini okşayan insanların gülen yüzünü görmek Dilek'in düşlerini hep süslemişti. Bunları uzun uzun anlatınca babası yine karşı çıktı. O zaman Dilek,
“Sen de terzi olmak için babandan ve köyden küçük yaşta kaçmışsın! Bana izin vermezsen gider başkasının yanında çalışırım,” dedi.
Babası kararlılığını ölçmüştü kızının. Bir karısına baktı, bir kızına. Karısı gülerek başını sallıyordu.
Kara gözlerinde ışıltılarla kızına döndü:
“Bir koşulla yanımda çalışabilirsin! Okuyup liseyi, üniversiteyi bitireceksin!”
Dilek de sözünü tuttu. Hem dükkânda çalıştı, hem okudu. Üniversitede felsefe seçtiğinde de babası gizlice sevindi. Ali Bey Felsefe kitapları okumaya bayılırdı. Sahaflardan hep felsefe kitapları alırdı.
“Okurken dinleniyorum. Müşterilerimi daha çok anlıyorum,” derdi.
Ali Bey tez canlıydı. Hani, canı ağzının içinde derler ya, işte öyle... Bunun terzilikte çok büyük yararları vardı.
Bir gün ünlü bir film yapımcısı kapıdan telaşla girdi. Çevirdikleri yeni film için padişah kaftanı istedi. Tarif etti. “Kolları şöyle olsun, yakası böyle… Kadifeden olacak. Simlerle süsleyin...” Sonra Ali Bey'e döndü:
“Bir saat içinde yapabilir misin usta?”
Ali Bey kara gözlerinde bin bir kıvılcımla başını salladı:
“Rengini söyle yeter!”
“Bordo kadifeden olsun!”
Yıldırım hızıyla çalıştılar. Dilek verilen adrese bisikletle yetiştirdi giysiyi. İşte o gün Dilek, pek çok ünlü sanatçıyı da film setinde görüverdi. Heyecanlandı. Bir saatte kostüm yetiştirme hünerleri baba ile kızının çevreye çok çabuk yayıldı.
Dilek'in film setlerine gidiş gelişleri de çoğaldı. Böylece kostüm sergisi ya da galerisi açmak düşleri çiçekleniverdi içinde.
Ali Bey ilk dükkânı çöktüğü zaman, makinasını yıkıntıların arasından zor kurtarmıştı. Şimdiki dükkânı bulunca dileği gerçekleşmişti. Daha sonra yanındaki dükkân satılığa çıkınca kızı için onu da aldı. Dilek burada sahne kostümlerini biriktirmeye başladı.
Çevrelerinde hazır giyim satış yerleri çoğaldıkça terzi arkadaşları birer birer dükkânlarını kapattı. Çoğu fabrikalara aylıkçı oldu. İş bulamayanlar oğlunun, kızının eline bakıyordu. Ali Bey'i unutmayanlar arada sırada yanına uğrardı. Ali Bey'in, Dilek'in direncine duydukları hayranlığı gizlemezlerdi.
“Siz iyi yaptınız. Biz hemen pes ettik. Terzilik öldü sandık.”
Ali Bey ışıltılı gözlerini onların üzerinde gezdirir, şöyle derdi:
“İnsanlar çıplak mı gezsin, ben dikmeyeyim de. Direnmek bizim sanatımız. Her ürünün alıcısı olur. Biz de alıcının gücüne göre dikeriz. Değil mi kızım?”
Ali Bey kızının kararlılığından emin olmak isterdi her zaman. “Gençtir, değişen dünyaya ayak uydurmak isteyebilir, terziliği nice sevse de. Her geçen gün yaşam ağırlaşıyor...”
Dilek gülerek çay bardaklarını konukların ellerine verirken şöyle söylerdi:
“Bizim diktiğimizi hazır giyimcilerde bulmak mümkün değil. Çok ince zevki olan müşterilerimiz var. Sayıları az. Olsun! Herkesin giydiğinden farklı şeyler giymek istiyorlar. O da bize yetiyor.”
Ali Bey, çayını sıcak içiyordu şimdi istediği sözleri kızından duydukça. Bugünlerde içini daraltan gelişmeler de yok değildi aslında.
Arkadaşı, babayla kıza endişeli baktı:
“Buradan yol geçecek diyorlar. Doğru olmayabilir. Doğruysa siz ne yaparsınız diye kaygılandım,” deyiverdi.
Ali Bey biraz önceki sevinci sönmüş; yorgun, kızgın kükredi:
“Yol değil, isterse otoban geçsin! Biz buradayız. Nasılsa bedelini öderler! Biz de başka yerde açarız dükkânımızı! Elimden makinamı, beynimden bilgimi alamazlar ya!”
* * *
Ali Bey, dikişte önemli olanın beyin olduğunu söylerdi. Görüş, buluş, yakıştırma... Bir gün okullu bir kız telaşla dükkândan içeriye daldı. Arkadaşının yaş gününe gidiyordu. Mini eteği arabadan inerken yırtılmıştı. Gözleri yaş içindeydi. Elinde hediye paketi, çiçek demeti vardı. Eteğin yırtılan yerine bakıp gülüyor, gideceği yaş günü aklına gelince gözünden yaşlar dökülüyordu.
Dilek paravanın arkasında bir başka etek giymesini sağladı. Eline de soğuk limonata tutuşturdu. Ali Bey yırtılan yere iki dikiş attı. Bir de karşısına. Böylece etek, önde süslü dikişleri olan çok şık yeni bir eteğe dönüştü. Genç kızın aynada zıplayarak kendini seyredişi, samur saçlarını sallayarak danslar edişi Dilek'le babasını yıldızlara doğru uçurdu, götürdü. Ali Bey parlayan gözleriyle genç kıza bakıp,
“Kızım gayret etme boşuna. Yeniden yırtamazsın,” dedi.
İnsanlarla giysileri arasında güçlü bağlar oluşuyor, ayrılamıyorlardı. Şirketler sahibi çok zengin bir müşterisi vardı. En pahalı kumaşlardan yıllarca şık takımlar diktirmişti. Bir gün, eski, tüyleri toplanmış bir ceket getirdi. Sökülen dirseklerini, eskiyen yakasını ördürmek istiyordu. Yakışan bir başka renk iplikle nakışlar, süsler yaparak ördü Dilek. Müşteri ceketini tanıyamadı. Kahvesini içerken bir eliyle de dalgın dalgın ceketini okşuyordu. Paket yapılmasını istemedi. Koluna özenle yerleştirdi. İlk aşkını kolunda taşıyan genç bir civan gibi ateş gözlerle kapıdan çıkıp, caddenin kalabalığına karıştı...
Bayramlar yaklaşırken uykusuz kalınırdı gecelerce. Böyle günlerden birinde yetiştirememek korkuları içindeyken postacı bir paket getirdi. Paket Yunanistan'daki Sofya'dan geliyordu. Paketin içinde çikolata, metaksa ve likörler vardı. Yorgunluklar, sıkıntılar, kaygılar pencereden uçup gitti. Bütün dikişler bitmiş, teslim edilmiş de sanki kuş gibi uçuyorlardı. Dinlendiler, duruldular, yeniden coşkulandılar...
Sofya İstanbul'dayken tüm dikişlerini Ali Bey dikerdi. Yunanistan'a göç edince her yıl tatil yapmaya İstanbul'a geliyordu. Uzun, ince, kara saçlı, kara gözlü cin gibi bir Akdeniz kadınıydı. Ali Bey'in diktiği, bele oturan pembe tayyörüyle gelir,
“Ah Ali Bey, senin gibi kimseler böyle ince dikiş yapamıyor,” derdi.
* * *
Ali, Kırşehir'deki köyünde ilkokulu bitirince babası onu demirci çıraklığına verir. Ali'nin aklı kentte gördüğü dikiş makinesindedir. Dikiş makinesinin sesini hiç unutamaz. Düşlerinde hep dikiş makinesinin sesi... Uyur uyanır yine o ses: Tıkır tıkır, tıkır, tıkır, tıkır... Tıkır, tıkır...
Terzi ustası, gün ağarırken dükkânının önünde oturan yorgun, ayakları tozlu, kararlı çocuğu sevgiyle içeriye alır. Onu çayla simitle doyurur. Babası gelince de ilk haftalığını ona verir. Ali dükkânda yatar, bütün gece sesini özlediği makineye bakar. Sevinçten uykuyu unutur. Sonunda düşleri gerçek olmuştur...
Paltoları, ceketleri ters yüz etmeyi o zaman öğrenir. Dünyada savaş vardır. O yıllar zor ve ağır yıllardır.
Ali, on yedi yaşındayken gelir Ankara'ya. Mehmet Usta eliyle teslim eder, Halim-Necmi Beyler'e
“Size bir cevher getirdim. Kıymetini bilin. Sen de oğlum, ekmek kapını iyi belle,” der.
Ali, babası ölünce kardeşini, annesini de yanına alır. Ekmek parası kazanmak, iyi terzi olmak, ev geçindirmek, gencecik yüreğini daraltır da daraltır.
Ustaları ünlülerin, milletvekillerinin dikişlerini dikerler. Yenileşen ülke, yenileşen insanlar, canlanma, arayış, uygarlığın ışıltıları dükkânı da etkiler... Ankara kültür devriminin merkezidir…
Ali, yeni harflerle tanışır. Gazeteler, dergiler ve felsefeyle tanışma bu dönemin kazançları olur. Her gelen konuk palto cebinden bir kitap çıkarır, sıra beklerken okur. Zamanla genç çırağın okumaya ilgisinden hoşlananlar okudukları gazete, dergi ve kitapları ona bırakır.
İstanbul, okudukça düşlerini süsler. Makinenin sesi gibi düşlerinde denizin sesi, boğazdan geçen gemiler vardır. Düşlerinde ellerini gemilere sürer, serin deniz sularını okşar, sever.
İstanbul'da şık hanımlara, beylere ve ünlülere, incelikli dikişler diker... Yine ters yüz edilen paltolar, ceketlerle uğraşır. Bunların sahipleri hep farklıdır. Şık arabası, şoförüyle takımları, tayyörleri almaya gelenlerle, giysilerini ters-yüz ettirenler aynı kentte ayrı dünyalarda yaşayıp giderler...
Ali Bey ikincilere daha yakındır. Kış akşamlarında semaverle daima onlara verilecek sıcak çay bulundurur. İğneyle ipliğin yorduğu parmaklarını, gözlerini dinlendirmek isteyince usulca boğaza koşar. Sonra sahaflara... Dükkânda makaralar, telalar, kumaşlar arasında sahaftan alınan kitaplara zamanla yer açılır. Can dostları, kitaplara bakıp Ali Bey'e takılırlar,
“Ustam, terzilik bitince sahaf dükkânına çevireceksin burayı. Hazırlık onu gösteriyor,” derler!
Ali Bey kara gözlerinde yumuşak ışıltılarla onlara bakar,
“Yok, terzilik bitmez. O ilk türküm benim. Kimleri giydiriyorum, kimleri ısıtıyorum, siz biliyor musunuz? Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş, kıyamete kadar sökülmez imiş,” der. Benim türküm aşkın iğnesi ile yakıldı!
Semaverin sesi dükkânı doldurur; sıcak buhar, camları buğulandırır. Kış akşamlarında Ali Bey'in dükkânı söyleşilerle, çaylarla bir sıcak adaya dönüşürdü.
Hayrettin Karaca girer bir gün kapıdan telaşla. Ak saçları uçuşuyordur. Gözlüğünün arkasındaki ruhu okşayan, yumuşak bakışlı gözleri kızarmış, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibidir:
“Kuzum Ali, benim şu yirmi yıllık kadife pantolonumu daraltıver. Sıkı yiyecek diyeti yaptırdılar bana doktorlar. İyileştim ama çok sevdiğim pantolonum üzerimden düşüyor. Ben onsuz bahçeme giremem. Ağaçlarımla konuşup, toprakla uğraşamam!”
Ali Bey eliyle açık bir çay koyar Hayrettin Karaca'ya.
“Kolay, kolay. Hele sen şu çayı yudumla. Onu ben, benim ölçülerime göre yaparım. Beğenmezsen ben giyerim!”
“Yok, olmaz! Ben pantolonumu sana bile vermem Ali!”
Çocuk gibi huysuzlanıyor, naz ediyor koskocaman zengin adam… Ağaçları seven, doğayı seven, yaşlı meşeye âşık olduğunu söyleyen bu sevimli ihtiyar çok zengindi. “Meşeli dağlar meşeli, kül oldum aşkına düşeli,” diye türküler söyleyen doğa ermişi Hayrettin Karaca...
Pantolonun yıpranmış dizlerine, uygun derilerden süsler yapar Ali Bey. Bir de daraltınca, yeni gibi olur. Hayrettin Karaca'ya eliyle giydirir. Aynanın önünde birbirlerine sarılır kırk yıllık iki dost.
“Bak Hayrettin, bu pantolonla meşeler, sana türkü söyleyip arkandan yürüyecek. Ağaçlara âşık adamdın, meşeleri arkasından sürükleyen ermiş diye adın çıkacak!”
Yaşlı çocukların kahkahaları sokakları bile ısıtır. Kar yağışı duruverir.