Seher vakti yine kimler ağlamış
Çimenler üstünde gözyaşları var.
Yaşlı kadını düştüğü yerden kaldırdı. Kadının yüzünde, ellerinde sıyrıklar vardı. Seyfi, sağlıkçılardan aldığı gazlı bezle kadının yaralarını temizledi. Üstündeki tozları silkeledi. Taşın üstüne oturmasına yardım etti. Bunu gören köyün çocukları, korkuyla yaşlı kadının çevresinde toplandılar. İçlerinden biri tasla su getirip kadına içirdi.
Teröristler, köylülerin kilerlerinde ne buldularsa silah zoruyla almış, sonra da köyü ateşe verip, kaçmışlardı. Köyde ölü ve yaralı çoktu. Gözyaşı, ağıt birbirine karışıyordu… Askerlerin bir kısmı kuyulardan su çekip, yanan yerleri söndürdü. Bir kısmı da sağlıkçılara yardım etti.
Kaymakam, mezarları kazdırıp, ölenleri hemen gömdürdü. Yaralılar, ilk yardımları yapıldıktan sonra cankurtaranla kentteki hastaneye gönderildiler. Çocukların durumu herkesten kötüydü. Gözlerinin önünde en sevdiklerine işkence yapılmış, birçoğu öldürülmüştü… Korkudan hâlâ titreyen çocuklar vardı. Gelen askeri birlik, yardım için köyde her yana dağılmıştı.
Yaşlı kadın, güçlükle oturduğu taşın üstünden kalktı. Kendisine yardım eden çocuklara tutunarak yıkık, viran evine girdi. Dilinden düşürmediği ve Seyfi'nin anlamadığı ağıt söylemeyi sürdürdü. Ağıtın ezgisi Seyfi'ye yabancı gelmedi ama sözlerini anlayamadı ezginin!
Seyfi kuyudan su çekti. Elini, yüzünü yıkadı. Çınarın gölgesinde taşın üstüne oturdu. Başını kaldırıp, karşı dağlara baktı. Çok uzakta bademler, erikler çiçekteydi. Hava mis gibi bahar kokuyordu. Koyaklar yemyeşildi. Dere boyları arıların vızıltıları, kuş sesleriyle doluydu… Seyfi içini çekti… Hüzünle doğaya bakıp, “Gece burada teröristler cehennem yaratmış. Şimdi doğa, çekilen acıları hafifletiyor, dayanma gücümüzü tazeliyor. Güneş sımsıcak örtüyle üzerimizi sarıyor…” diye düşündü.
Tepede tirşe mavisi bulutlar, bahar rüzgârının önünde güneye doğru yavaşça süzülüyordu. Rüzgâr acı çekenlerin yüreklerine sanki esenlik veriyordu…
Seyfi çocuklara gülümsedi. Çocuklar biraz ürkek, biraz korkak adımlarla ona doğru yaklaştılar.
“Gelin çocuklar, Gelin!”
Hepsi çağırılmayı bekliyormuş, hemen Seyfi'nin çevresini sardılar. O da merak ettiklerini onlara sordu:
“İçinizde okula giden var mı?”
“Var…”
“Kimler okula gidiyor? Öğretmeniniz köyde mi?”
Çocuklar yine korkulu gözlerle birbirilerine baktılar. İçlerinden bazıları, “Ben gidiyorum… Ben…” dedi.
Hepsinden boyluca olan Abuzer,
“Teröristler, öğretmenimizi geçen ay şehirden köye gelirken, pusuya düşürüp vurdular,” dedi.
Seyfi'nin yüzü hüzünlendi. Okula doğru başını çevirdi. Yanan okuldan hâlâ dumanlar tütüyordu. Seyfi çocukları canlandırmak için sorularına devam etti.
“Bu yaşlı nine hangi dilde ağıt söylüyor? Ninenin adı ne?”
Hepsi birden cevapladılar:
“Kürtçe söylüyor. Adı Fadile. Biz ona Fado deriz… Oğulları, torunları dağa çıkalı çok olmuştur,” dediler.
Seyfi umutsuzca Fado'nun yıkık, viran evine baktı. Evden hâlâ Fado'nun acılı ağıdı geliyordu… Köyde sahipsiz kalan hayvanların acıkan, susayan seslerine, kadınların ağıtları karışıyordu. Bu görüntülere, seslere yürek dayanacak gibi değildi! Hele çocukların kirli ve solgun yüzleri… Korkudan büyümüş gözleri, insanın yüreğini yakıyor, çaresizlik boğazını düğümlüyordu…
Seyfi elindeki uzun dut dalıyla yere bir şeyler yazıp çocuklara seslendi:
“Gelin bakalım, yazdıklarımı kim okuyabilecek?”
Hepsi birden canlandı. Çömelip, yerdeki yazıyı hecelemeye başladılar.
“Be-nim a-dım Sey-fi öğ-ret-men!”
Seyfi hepsine gülerek baktı. “Öğretmen” yazmamıştı ama çocuklar içlerindeki özlemi dile getirivermişlerdi… Kendisini hemen kabullenmişlerdi… O, askerliğini yapan gerçek öğretmen Seyfi'ydi…
Yaşlı kadın ağır adımlarla evinden çıktı. Bir elinde baston, bir elinde tepsi vardı. Seyfi'nin yanına gelince erik kurusu dolu tepsiyi uzattı. Seyfi bir tane erik kurusunu alıp ağzına attı. Kadının hüzünle bakan derin gözlerinden bir ışıltı gelip geçti. Fado'nun güzel gözlerinden yaşlar süzüldü. Kendi dilince bir şeyler söylemeye başladı. Abuzer oğlan, Fado'nun sözlerinin Türkçe'sini Seyfi'ye aktardı:
“Fado şöyle dedi: Burada çok acı şeyler olmuştur. Beni kimse dinlememiştir! Ellerindeki silâhı almak isteyince dövüldüm, tekmelediler…”
Seyfi ayağa kalktı. Yaşlı kadını kollarından tutup taşın üstüne oturttu.
“Nine gel, sen benim yerime otur. Erik kurusu çok güzelmiş! Sağol.”
Bu kez Abuzer oğlan, Fado'ya Seyfi'nin söylediklerini çevirdi. Kadın Seyfi'den uzundu. Çevresinde saygı uyandıran biriydi. Saçlarına bağladığı solmuş yazmasının altından örgülü ak saçları görünüyordu. Başındaki gülkurusu başlığı ile eski zamanlarda Anadolu'nun bereket simgesi tanrıça Kibele'ye benziyordu. Parlaklığı solmuş ipek kadifeden üç eteği, yürürken zarif bir eda ile salınıyordu. Uzun etekli elbisesinin önüne nakışlı bir önlük bağlamıştı. Belinde, asmalı geyik motifli Urartu gümüşünden kemer, geçmiş yılların refahını anımsatıyordu… Boynunda gümüşleri kararmış bir sıra mavi boncuk vardı. Çatık kaşlarının altında uzun kirpikli, yeşil hareli gözleri; acı, korku ve hüzünle çırpınıyordu. Yüzündeki çizgiler, geçen yıllara karşın güzelliğinden pek bir şey alıp götürememişti. Bunca yoksulluğun, bunca acının içinde masal ecesi gibi dimdikti. Fado, erik kurularını çocuklara dağıttı. Yine kendi dilince bir şeyler anlattı. Boğuk, kısık, derinden gelen bir sesle konuşuyordu. Abuzer oğlan, Fado'nun sözlerini ağır ağır Seyfi'ye çevirdi.
“Fado dedi ki: Sen, bu çocuklara öğret! Bunlar birbirlerini kardeş bilsinler! Silâh her zaman kötüdür! Biz ağlarken yabanlar güldü, bilesin oğul!”
Yaşlı kadın oturduğu taştan kalktı. Ağır adımlarla bacası yıkılmış, çatısı çökmüş, kiremitleri kırılmış evine girdi. Kısık sesiyle ağıda başladı. Abuzer, ağıtı Türkçe'ye çevirdi:
“Se-her vak-ti yi-ne kim-ler ağ-la-mış
Çi-men-ler üs-tün-de göz-yaş-la-rı var.”
Seyfi'nin gözleri buğulandı. Çocuklar yine titremeye başladı. Seyfi cebinden küçük sabun parçaları çıkardı. Çocukların ellerini, yüzlerini yıkamalarına yardım etti. Sonra saçlarını taradı. Aynasını her birinin yüzüne tuttu. Kendi yüzlerini aynada gören çocuklar gülmeye başladılar…
Yaşlı kadının bahçesindeki meyve fidanları kırılmıştı. Seyfi dere kenarından söğüt dalları kesip, kırılan fidanlara destek yaptı. Onları çocukların getirdiği ip parçalarıyla bağladı…
Askeri birlik köyün içinde işini bitirmiş, meydanda toplanmaya başlamıştı. Üzgün ve yorgun askerler, yere bağdaş kurup düzen içinde oturdular. Seyfi de işlerini bitirip arkadaşlarının yanına oturdu.
Sırt çantalarından ekmek, haşlanmış patates çıkaran askerler yemeye hazırlandılar. Yüzbaşı, askerlerine gözleriyle çocukları işaret etti. Çocukların ne zamandan beri aç olduklarını kimse bilemezdi! Her asker yanına bir çocuk çağırdı. Askerlerin köylerinde bu çocuklara benzeyen kendi çocukları, kardeşleri, akrabaları vardı. Bu duygu, içlerine bir ılıklık, bir sıcaklık doldurdu… Patatesleri birlikte tuza banıp ekmeklerine katık ettiler. Çocukların gözlerindeki ışıltı, korku izlerinin silindiğini düşündürüyordu… Paylaşılan her yudum ekmek, yürekteki yaradan bir şeyleri yok ediyordu… Kin, nefret gibi insanın yüreğine yük olan duygulara, çocukların temiz yüreklerinde yer yoktu…
Yaşlı kadın, ağır ağır askerlere yaklaştı. Yüzbaşıya elindeki sepetten narları uzattı, kesik kesik konuştu. Abuzer hemen gelip Fado'nun sözlerini Türkçe'ye çevirdi:
“Alın bu narları. Teröristler kilerimde hiçbir şey bırakmadılar. Size bunları getirebildim.”
Nar, be-re-ket-tir oğul…
Nar, pay-laş-mak-tır oğul…
Nar, binlerce yıl-dır bu topraklar-da çoğalmak-tır oğul…”
Yüzbaşı tüm ciddi duruşuyla nineyi askerce selamladı.
“Olur ninem! Sağ ol.” dedi.